My photo
a utopist, a green, a free soul, a liberal, a young (well let's say 'a new' rather than 'young') mother, a rebel, a thinker, a smiler, a wonderer, a note, a butterfly, a rainbow, a nymph, a kite, a wave, a breeze from the sea, a purple soul, a chocolate-addict, a lover...

Monday, 23 December 2013

Sağlıklı ve Kimyasal İlaçlardan Uzak bir Yaşam için Neler Yapmalı ve Evde Neler Bulundurmalı?

Ülkemizde antibiyotik ve ilaçlar hastalığın nedeni virütik mi bakteriyal kaynaklı mı bakılmadan peynir ekmek gibi veriliyor. Çocukların bünyelerinin hastalıkla savaşmasına izin verilmiyor. Çok korumacı bir yapının hayat boyu çocuk gelişimine olumsuz etkisi olduğunu düşünüyorum. Nasıl ki çocukların kendi olmalarına izin vermeli ve mesela bir işi kendilerinin başarmasına izin vermeliyiz, aynı o şekilde çocukların hastalıklara karşı direnç kazanmasına da izin vermeliyiz ki kendi ayaklarının / vücutlarının üzerinde durabilsinler. Eğer çocuğunuzun başka bir hastalığı yoksa, genel anlamda sağlıklı bir çocuksa ateş düşürücü vermenin pek bir anlamı yok. Çocuğunuzun vücudu, mikrobu vücutta barındırmamak adına vücudun ateşi yükseltiyor ki mikrop vücudu terkeylesin. Konuyla ilgili sevgili Başak Pirtini'nin Doğal Anneyim bloğundaki yazısını okumanızı tavsiye ediyorum.  Hastalıklara karşı yapılacak ve düzenli olarak uygulanacak birçok yöntem var. Öncelikle doktorunuz antibiyotik verdi diye illa da antibiyotik kullanma zorunda hissetmeyin kendinizi. Bir hastalık virütik ise antibiyotik kullanmanın bir anlamı yok. Antibiyotiklerin çok büyük olumsuz etkisi var vücudumuzda evet lokal bir sorunu çözüyor ama sonrasında hayat kalitesini olumsuz etkiliyor. Öte yandan maalesef ki işin ticari boyutu var o da doktorlar, yazdıkları ilaçlar ve ekstra gelir arasındaki ticari üçgen. Çok duyuyorum doktorun antibiyotik yazdığını ama ailenin ısrarı üzerine tahlil yapıldıktan sonra hastalığın virütik olduğu tespit edilip, antibiyotik kullanımına gerek olmadığını. Türkiye'de pek umursanmayan bir kavram var ki o da hasta hakları. Biz hastalar olarak danıştığımız doktordan açıklama almak ve tedaviyi kabul edip etmemek hasta haklarımız içinde. Ben bilinçli bir hasta olmamız gerektiğini ve hastalıklardan korunmak için de önemli olanının da genel bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Dikkat edilecek ana hususlar var:

  • Evin sıcaklık derecesi 21'i aşmamalı. Yanan soba, kalorifer havadaki nemi, ve doğal olarak da burunu kurutur. Burun kuruyunca ağız açık kalır, ağız açık kalınca ister kulak enfeksiyonu, ister boğaz...
  • Burun vücudun kalesi. Çocuğunuz ya da kendinizin burnu tıkanır tıkanmaz, açmaya çalışmazsanız, şehri teslim etmiş olursunuz. Benim en önemsediğim burnun tıkanması. Tamamen hasta oluncaya kadar beklemeyin. Çocuğunuz ağızdan nefes alıyorsa hemen birşeyler yapmanız lazım. Peki ne yapmalı?        > Biberiye yağı, lavanta yağı, sinüs rinse kit yapabilecekleriniz arasında.
  • Evin nem oranı %55'i aşmamalı. Buhar makinanız varsa bile mutlaka nem ölçerli olsun, ya da odada ayrıca nem ölçer olsun.

Özel bir istek üzerine aşağıya benim Delfina için uyguladığım yöntemleri, kullandığım ürünleri yazıyorum, bloğa aşina olanlar bilgilerin bir kısmına da aşina olacaktır.

Propolis: Propolis alkolde çözülüyor. Eğricayır organik propolisin çocuklar için uygun olanı var. Sözümona çocuklar için olanı alkolde değil de sirkede çözülüyormuş ama bildiğiniz alkol kokusunu duyabiliyorsunuz. Ben 3 yaşındaki kızıma 3 damla veriyorum hasta olduğu zamanlarda. Çay gibi sıcak bir içeceğin içine damlatırsanız, alkolün uçmasını sağlayabilirsiniz.
Arı sütü + Arı poleni: Her gün düzenli olarak veriyorum. Her türlü arı ürünü aklınızda olsun tahta kaşıkla alınmalı, metal değmemeli. Arı poleninin taze olanını tercih ediyorum, taze olduğunu ağzınızda hemen dağılmasından anlayabilirsiniz.
Zerdeçal: Yemeği pişirdikten sonra zerdeçalı içine atıyorum. Çok önemli bir bahar zerdeçal metabolizmayı güçlendirmede. Körilere ve çorbalara yakışıyor. Ama ısıya maruz kalmamalı. Yemek piştikten sonra altı kapatılır kapatılmaz eklenmeli ya da salatalara konulamalı direkt.
Bademgiller: Her zaman masada atıştırmalık olarak bulunmalı. Büyük-küçük herkesin günlük bir avuç yemesi önemli bir gıda.
Organik hindistancevizi yağı: Her gün kişi başı bir tatlı kaşığı ekmeğe sürerek yiyoruz. Çok çok faydalı bir besin. Yemek için organik ve soğuk sıkım olanını almanız gerekiyor. Soğuk sıkım olmaması şu demek yağ ısıl işlem görmüş ve içindeki şifalı yapı bozulmuş. Kolestrolü olanların çok tüketmemesi gerekiyor, o yüzden günde bir tatlı kaşığı idealdir. Pişik için de kullanılır.
Hakiki bal: Bulabilen bana da haber versin. Marketteki ballar hem arılara glikoz verilerek yapılmış olabilir hem de ısıl işleme tabi tutuldukları için (bozulmalarını önlemek adına) içindeki önemli şifa kaynakları da yokolmuş oluyor. 
Manuka balı: Yeni Zelanda'nın balı. Antibakteriyel olarak bilinen çayağacı [Maorice manuka] çalısından polen toplayarak arıların yaptığı bir bal. Cevize banarak yemek çok keyifli. Manuka ballarının derecelendirmeleri olduğunu görebilirsiniz kavanozlarda. Kavanozun üzerindeki rakamlar 0-30 arasıdır. +10 olanı makbuldür. Rakamın yüksek olması içindeki antibakteriyel özelliğin yüksek olduğu anlamına geliyor. Bilirsiniz şeker hastalarının kanaması olmaması önemlidir, nedeni de kanın kolayca durdurulamaması. Kanayan yaraya manuka balı sürülen vakalarda kanamaların durduğu bildiriliyor.
Keçiboynuzu pekmezi: Öksürüğe iyi geliyor. Pekmez alırken dikkat edilecek önemli husus ağır ateşte pişmiş ve 65 derecenin üstüne çıkmadan pişmiş olması gerekiyor. Yoksa kanserojen oluyor.
Gülsuyu: Gülsuyunun antiseptik özelliği vardır. Güvendiğim bir gülsuyu firmasının gülsuyunu aldım, parfümeriden boş ve kullanılmamış olarak aldığım cam sprey şişenin içine koydum ve Delfina'nın ve benim boğazımız ağrıdığında, bademcikler şiştiğinde boğazlara doğru spreyliyorum. Tadı hem çok güzel hem antiseptik. Ciddi boğaz enfeksiyonlarının olduğu durumlarda gülsuyunun içine 1-2 damla biberiye yağı damlatıp antimikrobiyal, altibakteriyel özellik katılabilir. Bizde çok işe yaradı. Delfina beni taklit edip parfüm yerine de gülsuyunu kullanıyor :))
Keçiboynuzu suyu: 3 organik keçiboynuzunu üçe bölün, 1litre suyun içinde düdüklüde 15 dakika, normal tencerede 35 dakika kaynatın, soğuyuncaya kadar keçiboynuzlarını suyun içinde bırakın, süzüp cam bir şişeye koyun. Böylece dolabınızda halihazırda kullanabileceğiniz keçiboynuzu suyunuz olmuş olur. Aynı keçiboynuzlarını defalarca kullanabilirsiniz. Keçiboynuzu vücuttaki mukusu inceltiyor. Ben süte karıştırıyorum çünkü süt mukus arttırır. Öksürüyorsanız, ya da burnunuz tıkalıysa ve üstüne süt içerseniz daha çok tıkanırsınız, çünkü mukus artar. Ama ölçüyü yarım bardak süte, çeyrek barsak keçiboynuzu suyu olarak ayarlarsanız mukus artışı olmaz. Dengeler. Ben muzlu sütun içine, sütün içine ekliyorum. 3 yaşındaki Delfinam için günde çeyrek bardak veriyorum. Çok verirseniz burnunuzun içinin hemen kuruduğunu hissedersiniz. Herkesin vücudu ayrı, ona göre kendiniz doğru ölçüyü bulmalısınız.
Süt: UHT süt kullanmayın derim , gerçek süt olarak görmüyorum artık UHT sütü, yaptığım araştırmalardan sonra. Günlük şise süt, ya da çiğ süt. Ben Aysun the Sütçü'den alıyorum, elimde kalmayınca da günlük sise süt alıyorum. Daha önceden yazmıştım inek yavrularının ahını almak üzere. O yüzden daha yazmayacağım.
Kefir: En vazgeçilmezim. Dinçlik veriyor, yararlı bakterileri arttırıyor. İster kefir ayranı olarak ister muzlu sütun içinde veriyorum. Yapımı çok kolay: kefire hiçbir şekilde metalin değmemesi gerekiyor. O yüzden züccaciyelerden kefir için özel satılan plastik süzgeçlerden almanız gerek. Bilinenin aksine de kefir mayasının yıkanmaması gerekiyor. Çünkü yıkamak kefir mayasını öldürüyor. Kefiri günlük olarak kapağı plastikten yapılma ufak bir cam kavanozun içinde mayalıyorum. 20-24 saat sonra süzgeçten bir bardağa süzüyorum iyice. Süzgecin üstünde kalan mayayı temiz ve yine kapağı plastikten yapılma ufak bir cam kavanozun içine üstü basar süt koyarak tekrar mayalıyorum. Hepsi bu kadar. Güneş ışığı almayan karanlık bir dolabın içine bırakmanız lazım kavanozu. 24 saati çok aşarsanız süt ve kefir mayası miktarıyla orantılı bir sürede alkole dönüyor. Öyle olduğunda çocuklara önermiyorum, boğazımı yaktığı için, ben de içemeyip döküyorum. Kefir mayanız büyüdükçe paylaşın, böylece sevgi ve sağlık çemberlerimiz çoğalsın. Kefiriniz canlı olduğu için, onunla konuşmayı da unutmayın.
Ev yapımı yoğurt: Prebiyotik yoğurtla mayalarsanız daha da güzel.
Çörekotu: Salataların ve balkabağı gibi çörekotunun yakıştığı çorbaların üstüne serpiyorum. Bağışıklık için çok önemli.
Kekik yağı: Evin vazgeçilmezi. Ateş oldu mu ayakların altına. 
İshal ya da bağırsak sorunu oldu mu, bir damla kekik yağını 1 tatlı kaşığı zeytinyağıyla karıştırıp ister ekmek bandırıp yemeli, ister başka bir yöntemle. Bir damla kekik yağının anında ishale ve karın ağrısına çare olduğunu bin kez yaşamışımdır.
Biberiye yağı: Harika bir burun açıcı. Burun tıkanıklığı olduğunda omuzlarına ve yastığının üstüne damlatıyorum. Burun çok tıkanıksa 3 yaşındaki Delfinam'ın burnundan mukusu otribebe kullanarak çekiyoruz [bu esnada doktorculuk oynuyoruz, bir o benim burnumdan mukus çekiyor, bir ben. Şu an hakkıyla sümküremediği için otribebe kullanmak zorundayız bu arada] ardından bir kulak temizleme çubuğunun ucuna bir damla biberiye yağı damlatıp, burnunun içine yukarı bir yere değdirip, kaçırıyorum. Burun anında açılmış oluyor. Daha küçükken denemedim. Küçükken burnu tıkandığında tek çare anne sütü ve emmek.
Nane yağı: Üşüttüğünde ayaklarının altına, baş ağrısı olduğunda şakaklara birer damla.
Sarı Kantaron Yağı: Açık yaraları iyileştirici yapısı var. O yüzden düşmelerde, sıyrılan dizlerde çok işe yarar. İngiltere'de St. John's Wort olarak bilinir ve doktorlar bile antidepresan olarak tavsiye eder. Mide hastalıklarında çok kullanılıyor Türkiye'de mesela ben her gün aç karnına zeytinyağının içinde bekletilmiş sarı kantaron yağını bir tatlı kaşığı içiyorum şu an midemde sorun yaşadığım için. Daha önceden de yazmıştım mideyle psikoloji çok bağlantılı. Sarı kantaronun mide üzerindeki etkisinin psikolojiye yardım edici özelliği olduğunu düşünüyorum.
Kudret narı: Eylül ayı gibi manavlarda görürseniz alın, ya hakiki balın içine ya da zeytinyağının içine basın ve 1-2 ay bekletin buzdolabında. Açık yarayı kapatıcı, yanıkları onarıcı, mide hastalıklarına şifa olucu özelliği var, adı gibi çok kudretli. Ne kadar eski yapılmış olursa o kadar iyi.
Karbonat (Yemek sodası): Yine bir vazgeçilmez.

  • Dişlerimizi karbonatla fırçalıyoruz.
  • Kafada konak oluştuğunda zeytinyağı ve karbonatla kafaderisini ovup, 20 dakika sonra yıkamak konaklardan kurtulmaya iyi geliyor.
  • Boğaz ağrısı olduğunda marketten değil de eczaneden alınan 1/2 silme çay kaşığı karbonat [ingiliz karbonatı diye de geçer] suyun içine karıştırılır, üç dakika bekledikten sonra yine karıştırılıp içirilir. Bekleyip tekrar karıştırmanın nedeni karbonatın iyice çözülmesini sağlamak, yoksa böbrekler zorlanıyor.
  • Mide yanması, gastrit için de yine 1/2 silme çay kaşığı karbonat suyun içine karıştırılır, üç dakika bekledikten sonra yine karıştırılıp içirilir.

Nem ölçerli buhar aleti: Burun tamamen tıkandığında ve nefes hiç alamadığında soğuk buhar gibisi yok.
Sinüs Rinse kit: Çok küçük çocuklarda uygulanmıyor. Burnu ters U şeklinde yıkıyor, açıyor ama bunu uygulamak için burnun tamamen tıkalı olmaması gerekiyor, yoksa kulaklara basınçla sorun oluşturabilir.
Oda termostatı: 21 derecenin üstünde olmamalı ev. İngiltere'de önerilen ideal derece 16 derece. Biz maalesef bunu yapamıyoruz Türkiye'de ama canım dostum Aslı'nın babasının dediği gibi 'sıcak olan eve doktor girer'.
Deniz kadayıfı: Aktarlarda var. Öksürük olduğunda yarım bardak sütü bir cezvede kaynatıp, bir zeytin büyüklüğündeki deniz kadayıfını hiç yıkamadan kaynayan sütun içine katıp, ocağın altını kapatın. üstünü örtüp, dinlendirin 5 dakika. Sütü bardağına koyduktan sonra dilerseniz üzerine keçiboynuzu suyundan ekleyin, çocuğunuz bir yaşın üstündeyse balla tatlandırıp içirin. Öksürüğe iyi geliyor.
Saksı bitkileri: Evde saksı bitkileri bulundurmak çok yararlı, mutfağa da ayrı bir hava katması çabası...

  • Biberiye: Sinekleri uzaklaştırır, yemeklere de çok yakışır. Sinek sorunu olan büyük otellerde  bol bol etrafa biberiye bitkisini ekerler. İngilizcesi 'rosemary', Mary Meryem demek ve ortaçağ Avrupa'sında kötü ruhları kaçırmak için kullanılırmış aslen nedeni biberiyenin bir antibakteriyel, antimikrobiyal olması; ha kötü ruh olmuş ha mikrop sanırım aynı kapıya çıkıyor :)
  • Reyhan:  Pek şifalıdır. Mor reyhandan yaptığım şerbet tarifi şöyle: 1 litre suyu kaynatıyorsunuz, içine iyice yıkanmış mor renkli bir demet reyhanı atıp, ocağın altını kapıyorsunuz. 6 saat kadar suyun içinde reyhan kalıp, bu rengi veriyor. Fusya renginde oluyor.. Ardından bir bardağa bir çorba kaşığı şeker ve 1-2 limon tuzu atıp karıştırıyorsunuz. Gelelim reyhanın faydalarına saymakla bitmiyor. İşin ilginci sanırım vücuttan ödem atarken, kabızlığı da çözüyor. Reyhan suda 6 saat bekledikten sonra şeker atmayıp, sadece limon ve bal ekleyip de içilebilir.
  • Itır: Aynı deniz kadayıfı gibi kaynayan sütun içine atılıyor, öksürüğe iyi geliyor. İster sütlü tatlı yaparken sütünüze bu şekilde rayiha katın, ister direkt sütü için öksürüğe iyi geliyor.
  • MercanKöşk: Küçüklüğümden beri anneme ne zaman 'anne midem bulanıyor' desem annem, beni bahçeye yollar, mercanköşk ve nane toplamamı söylerdi. Ve çayını yapardı, limonla birlikte. Çok ciddi üşütmelerde önce bir kusturup içi temizletir. Mide bulantısına birebir.
  • Nane: Hem rahatlatır, hem huzura kavuşturur. Her akşam çayını içiyorum melisayla karıştırarak.

Adaçayı: Eğer dişetlerinizde ya da boğazınızda enfeksiyon varsa ağzınızı çalkalayabilirsiniz. İçebilirsiniz. Olağanüstü bir idrar söktürücüdür de. Papatya çayı da ağız enfeksiyonlarına iyi gelir.
Hurma: Bir yerde dinlemiştim insan örneğin iki hafta sadece elma yiyerek yaşamaya kalksa ölür ama hurma yerse ölmez diye. Bu bilgi doğru mudur bilemem ama hurmanın içinde bol mineral ve vitamin olduğu için çok şifalı bir meyve. Doğuma girmeden önce yeme de çok faydalı, Delfina doğuma az geciktiği için bol bol hurma yemiştim ve 40+3'te doğmuştu. İsa Peygamber'in annesi Meryem'in de bir gölün kenarında, hurma ağacının altında, hurma yedikten sonra suda doğum yaptığı rivayetler arasındadır.
Cranberry: Türkçe'deki tam karşılığını henüz bulabilmiş değilim. Cranberry ve blueberry kardeştirler. Cranberry ekşi ve kırmızıdır; blueberry mavi ve tatlıdır. Blueberry'nin yabanmersini olduğuna kaniyim, lakin Türkiye'de satılan yabanmersiniyle yurtdışında yediklerim birbirinden çok farklı. Sadece organik pazarlarda kilosu 40 TL'den bulduklarım yurtdışındaki gibi etli ve tatlı. Cranberry harika bir C vitamini kaynağı, ben GNC'nin cranberry özütünü kullanıyorum. Arada bir de Delfina'ya kapsülün yarısını bir kaşık balla karıştırıp yedirtiyorum. Kuru meyve olarak satılan kırmızı yaban mersini -namı diğer yaban mersini- ise şekere ve bitkisel yağa batırılarak kurutulduğu için çok iyi değil, annem bazen alıyor ama bu sefer birkaç kez sıcak suda yıkayıp, üstüne yapışmış şeker ve yağdan kurtulmaya çalışıyoruz. Porridge (süt+yulaf) ya da müeslinin içine çok yakışıyor.
Spriluna: Deniz yosunudur kendisi. Özellikle emzirme döneminde kaybolan enerjimi diriltmek için çok ama çok iyi gelmiştir. Solgar gibi firmalar satıyor. Benim Yeni Zelanda'dan getirdiim organik spriluna kesinlikle çok daha etkili kapsullerden ama Türkiye'de bulması zor. Mısır Çarşısı'ndaki 51 nolu dükkanda toz hali var ve Japonya'daki nükleer sızıntı olmadan önce getirdiklerini söylediler o yüzden burdan da alınabilir diye düşündüm. Bundaki mantığım ise şu: sprilunanın en iyisi daha bakir okyanus olduğu için Hawaii'den geliyor ama Hawai Japonya'ya çok yakın. Bu tamamen benim fikir yürütmem ama bence Hawai'deki yosunlar Japon nükleer sızıntısından nasibini almıştır, o yüzden nükleer sızıntı tarihinden önce getirilmiş olması önemli bence. Yeni Zelanda'da marketlerde taze sıkılmış meyvesularının içine ekliyorlar, enerji içeceği gibi rağbet görüyor.
Ginseng: Enerji vermesi için kendime kullanıyorum, yoğun anneliğin getirdiği yorgunluğu yenmek için. Ginseng Korecede 'insam' yani adam otu demek. Şekli de aynı insana benzer, metabolizmayı hızlandırır. Haftada bir kez kullanıyorum, çünkü Kore'den çok aşina olduğum ginseng kalp atışımı çok arttırıyor. 
Demirhindiba: Aktarlarda hem meyvesini satıyorlar [Delfina yemeye bayılıyor, kış için yemesi çok şifalı] hem de preslenmiş halde satılıyor. Preslenmiş olanından çayını yapıyorum. Faydaları saymakla bitmez, kış dönemi için harika bir çay.
Sirke: Sirkeyle ilgili uzun bir yazı yazacağım. Evde yapmak hem çok kolay hem hesaplı. Boğaz ağrılarından tutun, mukus inceltmeye, saç açıcı sprey olarak kullanmaktan, kemikleri güçlendirmeye her türlü derde şifa.. Biliyorsunuz marketten alınan elmaların dış yüzeyine parafın spreyliyorlar, hava almasın hemen bozulmasın diye. O yüzden organik elma kullanmanızı tavsiye ediyorum. Sirke yapmak için soyduğunuz iki elmanın kabuğunu bir litre suya cam şişe içinde basın, içinde birer tatlı kaşığı şeker, bal, tuz, bir-iki tane de nohut ekleyin. Birkaç haftaya sirkeniz hazır. Bu kadar da kolay yapımı. Muzdan bile sirke yapan varmış :)
Soğan: Her evin vazgeçilmezi ama özellikle hastalık dönemlerinde her yemeğin içine koyuyorum. Makarnanın içine bile robottan bol soğan+sarımsak geçirip koyuyorum. Delfina'nın ne zaman kulak ağrısı olsa [eğer akıntı yoksa], tatlı kasığını ocakta ısıtıp içine iki damla soğan suyu koyup. kulağına damlatıyorum, ağrısına hemen faydası oluyor. Ayrıca soğanı ikiye bölüp odasına koyuyorum hasta olduğunda. Bir de bu aralar bu tarz tarifler moda (Sanırım aklımdaki tarif Devletşah'ın blogundan): bir soğan+2 diş sarımsak ince kesilip 1.5 bardak sıcak suyun içinde soğuyuncaya kadar bekletilir. Suyunu süzüp yarım bardak kadar alınıp içine 1 portakal suyu+ yarım limon suyu + bal eklenip içilir. Öksürük ve soğuk algınlığı için etkili.
Sabuncevizi İnsanların kafasına milyonlarca kez reklamlarla kazınmış öğeler var. Bunlardan biri de deterjan konusu. İnsanlar şunu sorgulamıyor, eskiden tüm medeniyetler pislik içinde mi yaşıyordu? Bildiğin kül kullanılıyormuş. Ya da başka, direkt doğadan gelen maddeler. Mesela Anadolu'da çövenotu. Aynı madde helva yapımında da kullanılıyor mesela. Ananemin bir sözü varmış, annem hep der: 'kızım su neyi çıkarmaz ki!' diye. 
Deterjan kullanmak yerine Nepal ve Hindistan'da üretilen bir meyve olan sabuncevizini kullanıyorum. Markete gidip deterjan aramaktan daha kolay bir yöntem: Sabuncevizini 2 yılı aşkın bir süredir kullanıyorum, nar lekesini bile çıkarıyor. Ben 1 litre suya  [göz kararı koyuyorum, belki 1 litrenin biraz üstü de olabilir] 10-15 arası sabuncevizi koyuyorum, ve her yıkamaya bir su bardağı koyuyorum. Buzdolabında cam şişenin içinde saklıyorum. İlk kaynatırken sirkemsi bir kokusu oluyor ama daha sonra hiçbir şekilde o kokuyu duymuyorum. Beyaz çamaşırlarınız varsa [ki bizim evde beyaz çamaşır kavramı yok, herşey rengarenk] o zaman 10-15 yıkamada bir renkte sararma olursa [ ki oluyor çünkü meyvenin rengi köyü kahverengimsi] bir kere bir başka deterjanla yıkayın, sonra tekrar sabuncevizine dönebilirsiniz. Bayılıyorum sabuncevizlerine. İçinde bulunduğumuz temizlik kültürü o kadar yapay ki! Doğaya zararlı kimyasallar kullanıyoruz evimizi, kıyafetimizi temizlemek için ama doğaya zarar veren insanoğluna zarar vermez mi? Biz doğanın doğal bir parçası değil miyiz zaten? Bir de deterjan reyonuna gidildiğinde bin tür temizlik malzemesi görmeyi bir pazarlama dehası olarak görüyorum. Çünkü suyun ve sabunun temizlemediği ne var ki! Bir de çok hijyenik bir evde büyümenin sonucunu ben hala yaşıyorum: gelişmemiş bir bağışıklık sistemi. Biraz rahat olmak gerekiyor. Bırakın, doğanın bir parçası olduğumuzu kabullenelim...
Benim içim sabuncevizi konusunda fazlasıyla rahat ve mutlu. Ben alerjik astımlıyım ve diğer deterjanları kullandığım an nefes borum tıkanıyor, hapsurmaktan fena oluyorum. Sabuncevizi hayatıma mucizevi bir şekilde girdi ve çok şükür diyorum.
Olabildiğince organik beslenme
Bol bol sevgi: Sevgi tükenmez ve paylaştıkça çoğalan bir derya. Moral bozukluğu, kafaya takılan bir sorun bedenimizi daha çok hırpalıyor, etkiliyor. Çocuklarımızı ne kadar çok dinlersek, olaylara onların bakış açısıyla bakmaya çalışırsak o kadar uzlaşma ve huzur sağlanmış oluyor. O yüzden kalpte sevgiyi ve olumlu enerjiyi eksik etmemeli. Ruh hasta olmazsa vücuda gelen mikroplar vız gelir tırız gider.
Önemli not: Bunlar benim evdeki uygulamalarımdan bazıları ve istek üzerine yazılmıştır. Benim ve ailem için iyi olan ve iyi gelen uygulamalar bunlar. Herkes farklıdır, farklı alerji yapıları ya da farklı hastalıkları olabilir. O yüzden bloğumda yazanları uygulamak istediğinizde lütfen deneyerek ve araştırarak uygulayın.
Herkese şifayla, aşkla, sağlıkla, mutlulukla..
Mutlu bir yeni yıl ola...

Gerisi burda...

Monday, 25 November 2013

Antibiyotik almak zorunda kalirsak ne yapmali?

Daha önceki yazılarımdan anlaşılacağı üzere antibiyotikleri sevmem. Bağışıklık sistemimin zayıflığını ve aşırı derecede alerjik bir bünyeye sahip olmamın nedeninin yıllarca bana yüksek dozlarda verilen antibiyotikler olduğunu düşünürüm. Ben doğar doğmaz anneme kırk gün boyunca verilen antibiyotikleri ben anne sütü vasıtasıyla hayatımın ilk kırk günü almam belki de 'dakka 1 gol 40 durumu' yarattığı için hayatım boyunca sağlık sorunları çektim. Güney Kore'de yaşarken ilk kez hasta olduğumda doktora gittim ve doktor bana 250mg'lik antibiyotik vermişti, ben de gülümsemiştim ben 500mg'lik 1000mg'lıklarına alışkınım benim bünyeye işlemez diye, nitekim işlememişdi de..Günümüzde antibiyotikler peynir ekmek gibi satılıyor. Halbuki, eğer kendinizin ya da çocuğunuzun hastalığı viral ise antibiyotikler hiçbir işe yaramaz. Örneğin, faranjit gibi %95 virüsler tarafından oluşturulmuş bir hastalığı doktorunuz antibiyotikle tedavi etmeye çalışıyorsa, doktorunuzu değiştirmeyi düşünün derim. Birçok hastalık ister ilaç kullanın, ister kullanmayın kendiliğinden geçiyor zaten. Benim prensibim benim ve kızımın vücudunun savaşmasına izin vermek. Eğer çözümsüz bir yolda durduğumu görüyorsam o zaman ilaç seçeneğine bakıyorum.
Uzun bir zamandan sonra ilk kez antibiyotik kullandım geçen hafta. Çünkü an itibariyle bağışıklık sistemim son üç yılın en kötü zamanını yaşıyor ve çocukluktan gelen kalp sorunum da göz önüne alındığında hayatımı riske atmak istemedim yirmilik diş çektirme ameliyatında. Tamam antibiyotikleri vücudumuzdaki yararlı bakterileri öldürdüğü için sevmiyorum ama yeri geldiğinde antibiyotik hayat kurtarır. Hastalar olarak vücudumuzda uygulanacak tedaviyi kabul edip etmeme hakkımız var. Bu noktada da bilinçli olmalı ve geçirdiğimiz hastalıklar üzerine araştırma yapmalıyız. En azından benim bakış-açım bu.
Peki diyelim antibiyotik kullanmak zorunda kaldık, o zaman ne yapmalı? Bağırsaklarımızdaki iyi bakterileri tekrar nasıl canlandırmalıyız? Biliyorsunuz sağlıklı bir bünye ve bağışıklık sistemi sağlıklı ve iyi bakterilerin bol olduğu bağırsaklar ve sindirim sisteminden geçiyor. Ben küçüklüğümden beri beynimizle değil de bağırsaklarımızla düşündüğümüzü düşünürüm. Beynimiz evet bir orkestra şefi gibi yönetiyor vücudumuzu ama bağırsaklardaki herhangi bir sorun tüm düşünce ve psikolojik sistemimizi etkiliyor. Kabız olduğunuzu düşünün, nasıl bir ruh hali içinde olursunuz, ya da ishalken? Nitekim bununla ilgili de yapılmış yeni bir araştırma var, incelemek isteyenler buraya tıklayabilir.
Benjamin Arthur'un NPR için yaptığı illüstrasyon
Bağırsağımızdaki bakteriler beynimizi yönetirken
Benim antibiyotik sonrası yaptıklarıma gelince:

Yoğurt: özellikle probiyotik yoğurtla mayalanmış yoğurt. Mayanız ne kadar eskiyse, probiyotikse o kadar iyi. Ben bazen markette satılan sade probiyotik yoğurtları kullanıyorum yoğurt mayalamada. Duyduğuma göre (bu konuda araştırma yapmadım sadece kulaktan duydum) markette satılan yoğurtlarla 5 kereden fazla mayalarsanız mayanız kaliteli bir maya haline geliyormuş. Mayalanmaya yardımcı olsun diye ben bir çay kaşığı şeker de ekliyorum.

Kefir: Atalık içeceğimizi yapmak çok kolay esasında. Kefir taneleri canlı. O yüzden bir hayvana bakar gibi bakmalı ve hatta onlarla konuşmalı. 

  1. Kefir mayasını alıp ufak cam bir kavanoz içine koyun ve üzerine süt ekleyin. 
  2. Ağzını kapayın ve mutfağınızda ışık almayan bir dolabın içine koyun. 
  3. Züccaciyelerde kefir için satılan metalden yapılmamış olan süzgeçler var. Mayaladıktan bir gün sonra bir kabın/bardağın üstüne süzgeci oturtun ve kefiri bardağın içine dökün. 
  4. Önemli nokta şu: kefire kesinlikle metal değmeyecek, tahta kaşık kullanın ve kefiri kesinlikle suyla yıkamayın [klorlu suyla yıkamak kefirleri öldürüyor ama içme suyuyla yıkayabilirsiniz]. Süzgeçten süzdükten sonra süzgecin içinde kalan kefir tanelerini yine cam bir kavanoza koyun üstüne süt ekleyin. Ertesi güne işlemi tekrarlayın. 
  5. Bardaktaki kefir içeceğini ister ayranmışçasına için ya da içine muz ve süt ekleyip blenderdan geçirip, muzlu süt niyetine için. Başka meyveler de katabilirsiniz. Ya da yoğurt çorbası yaparken yoğurt yerine kefir kullanabilirsiniz.
  6. Eğer oda sıcaklığında mayalıyorsanız kefiri hızlı mayalanır. Günlük tüketmek istemiyorsanız buzdolabında mayalandırabilirsiniz ki anca 2-3 gün ya da daha uzun sürede mayalanmış olur. Eğer bir seyahate çıkacaksanız ya da bir süreliğine kefir içmek istemiyorsanız mayanızı küçük bir plastik kap ya da buzdolabı poşetinin içine az sütle dondurucuya koyarsanız, tekrar kullanmak istediğinizde buzluktan çıkarıp üstüne süt eklemek suretiyle tekrar hazır olur kefir tanecikleriniz.
Kombucha:  Rivayet odur ki bir japon hükümdarı çok hasta olur ama hastalığına hiçbir çare bulunamaz. Hekimlerden birinin aklına hükümdara kombucha  vermek gelir ve hükümdar iyileşir. Probiyotik sirke içmek isteyenlere birebir. Kombucha hazırlamak için maya bulmalısınız. Bende var ve çevremdekilerle paylaşıyorum. Moda, Kadıköy civarında ihtiyacı olanlara mayam üredikçe paylaşabilirim. Kombucha kefir gibi değil, mayaya metal değmeyecek diye bir kuralı yok. Ben sıradan kavanozların içinde  kombucha  mayalıyorum. Mayaladığınız kabın çapı ne kadar büyükse kombucha mayası da o kadar geniş bir yüzeye yayılıyor. Kombucha yapmak için mayaya, siyah çaya, şekere ve bir önce yaptığınız sirkeden yarım çay bardağı kadar kombucha sirkesine ihtiyacınız var. Bir kavanoza demlenmiş siyah çay (orta-koyu arası bir dem kıvamında ya da 1 litreye 3 demlik siyah çay poşeti ve yarım bardak şeker olacak şekilde) koyup içine 1-2 çorba kaşığı şeker atıp karıştırıyorsunuz. Şekeri bakteri yiyerek büyüyor. Yaklaşık 1 hafta-10 günlük bir süre sonrasında size kalan probiyotik sirke oluyor. Aynı kefir gibi kombucha da karanlık ortamı seviyor.

Kvass: Bir rivayete göre Ruslar savaş esnasında koleranın olduğu bölgelerde bir maşrapa kvass içip, savaşa giderlermiş. Emzimlerin, B vitaminlerinin, folik asitin bol olduğu. bağışıklık ve yararlı bakteriler için harika bir içecek. Kırmızı pancarlı olan tarifine gelince [tarifi paylaştığı için Ulli Allmendinger'e şükranla]:

  • 3 kırmızı pancar (soyulmuş ve dörde bölünmüş olarak)
  • 1/4 bardak peyniraltı suyu [evde sütünüz bozulduysa, içine 1-2 damla limon ekleyip, kaynatın. Sonra süzün. Süzgecin üstünde kalan çökelek peyniridir (isterseniz tuz ekleyip afiyetle yiyin ya da börek yapımında kullanın), süzgecin altında kalan da peyniraltı suyudur, şifalıdır. İster poğaça, ister ekmek, ister kvassın fermentasyonunu başlatmada kullanın.]
  • 1 kaşık deniz ya da kaya tuzu
  • 1 litre su
  1. Bir cam kavanozun içine pancarları koyun, üstüne tuzu serpin, peyniraltı suyunu ekleyin ve sonra da suyu.
  2. Kavanozun kapağını kapayın, ve oda sıcaklığında kvassın 2-4 gün boyunca [mutfağınızın sıcaklığına göre fermente olma süresi daha hızlı ya da yavaş olabilir] fermente olmasını bekleyin.
  3. Pancarları ve de bir sonraki kvass mayası olarak kullanmak üzere yarım su bardağı kvass ayırın. Aynı pancarı 2-3 kez kvass yapmak için kullanabilirsiniz. 
  4. Kvassı buzdolabında saklayın.
Yarım bardak kvass içerek başlayıp, bunu günde 2-3 bardağa çıkarabilirsiniz. Enzimlerin, B vitaminlerinin, folik asitin bol olduğu kvass, bağırsak hastalıkları, parazitler ve bağırsaktaki probiyotikleri arttırmak için de çok faydalı bir içecek.
Alternatif olarak eczanelerden saşelerin içinde satılan probiyotiklerden alıp, yoğurt mayalarken içine koyabilirsiniz ya da yoğurt mayalamasanız bile yoğurdun içine, probiyotik saşe+kuru meyve+bal ekleyerek tüketebilirsiniz. Sadece hastalık zamanı değil; sık sık probiyotik almak genel sağlık ve koruyucu sağlık anlayışı açısından önemli.

Son söz: antibiyotik elden geldiğince kaçınılmalı, ama yeri gelir hayat da kurtarır. Hasta değilken de bağırsaklarımızdaki probiyotiklerle kuvvetlendirirsek, hem hasta olma riskimizi ortadan kaldırırız, hem de antibiyotiklerin öldürdüğü yararlı bakterileri bağırsaklarda tekrar oluşturup sağlıklı bir bağırsak florası edinmiş oluruz.
Sağlıkla! Sağlığa!
Gerisi burda...

Sunday, 24 November 2013

Delfina'm 3 yaşında / Delfina turns 3

Hayat bir dönüşüm...
Doğuyoruz, büyüyoruz, büyürken keşfediyoruz... Okul bitiyor, çalışmaya başlıyoruz, keşiflerimiz azalıyor...
Tam rutin olan, sorgulamanın ve öğrenmenin azaldığı bir hayata başlıyoruz ki bir bebeğin hayatımıza gelmesiyle tüm sorgulama ve keşfetme tekrar başlıyor.. En azından benim için öyle oldu...
Delfina'mla hayata dair her şeyi sorguladım, yorumladım, keşfettim, tattım... Her anına sonsuz şükür ve hamd...
Delfina'm kollarıma bir öğretmenler günü gelmeye karar verdikten üç yıl sonra bir bakmışım kızım okula başlamışken ben de onun yanında olmak için ben öğretmen olmuşum, ve kızımın üçüncü doğumgünü [o her ne kadar beş yaşına bastığını söylese de] benim ilk öğretmenler günüm olmuş.. Beni Delfina'm bir öğretmene dönüştürmüş..
Delfina'mın doğum gününü esasında biz ezber bozup, doğduğu günden üç ay önce havalar soğumadan ve parktaki tüm arkadaşları artık 'okullu' olmadan parkta bir 'hats & hut' temalı partiyle kutladık. Delfi'nin babası gazete kağıtlarından tüm çocuklar için korsan ve cadı şapkası yaptı. Partiye getirdiğimiz ahşap çubukları önce cadı süpürgesi olarak kullanıp, uçtuk. Ardından süpürgeler bir çadır kurulmasında kullanıldı ve çadırın üzerine bir örtü serildi. Örtü daha sonra sihirli bir halı oldu ve sihirli halı uçtuktan sonra tüm çocuklar üstüne bindi; önce makarnalar ipe dizildi ve birlikte mısır unu + gıda boyasıyla hazırladığımız boya bir sünger yardımıyla makarna tanelerini renklendirdi ve parti sonunda her çocuğun bir kolyesi olmuş oldu. Ev yapımı limonata ve üç adet tramisu pastamız ve sevgili dostlarımızın getirdiği börek ve kurabiyelerle partimiz lezzetlendi. Komik olansa Delfi'nin annesinin 'iyi ki doğdun' balonu yerine yanlışlıkla 'sünnetimize hoşgeldin, ucundan azcık' yazılı balonlar almış olmasıydı :))) Güldük ve eğlendik... Partimizi parkın en iyi doğum kutlaması seçen ve 'Kasım'da yine parti yapın, bunu kabul etmeyiz' diyenler oldu :)
Delfi'yle sanırım bu sene ne zaman gözlük satan bir dükkan
bulsak seçtiği gözlükleri denedi.
Delfina'm, güzel kızım yine çok işler başardı bu son yılda..
Okula başladı [Mavi Pupa Montessori], yap-boz ve ahşap bloklarıyla oyun oynamaya merak sardı, halıları ve kilimleri tek başına rulo yaptı, kendi başına tuvalete gitmeyi ve tuvaletini söylemeyi öğrendi, oyuncaklarıyla ya da herhangi bir objeyle hayalgücünü kullanıp oyun kurmaya başladı, İngilizce ve Türkçe arası çeviri yapmaya başladı, daha çok kelime konuşmaya ve cümle kurmaya başladı, babasının omuzlarında bol bol doğa yürüyüşlerine katıldı, 'anne seni sevyom' dedi, iplikleri alıp koltuğun etrafına sardı, suluboyaya merak sardı, babasının resmini oyun hamuruyla yaptı [bakınız resim], doğduğundan beri en sevdiği mucizevi içeceği olan anne sütünü tüm doğallığıyla kendi bıraktı, 'ben sütü bitirdim' dedi..
Zaman çok çabuk geçiyor... Geçen gün Delfina'm salıncaktayken onu salıncağa ilk bindirdiğimiz zamanlar gözümün önünden geçti.. Bir bakmışım kızım otuz olacak [Allah hiçbir anneye evlat acısı yaşatmasın, hep güzel ve mutlu hayatları olsun..].. Ben bu dünyada olmuş olsam da olmasam da hep onun yanında olacağım...
Teşekkür etmeyi, özür dilemeyi, sevmeyi bilen, sevdiklerini umursayan, aynı yunuslar gibi insanın yüreğine mutluluk, neşe ve sevgi veren bir bebek olduğun için çok teşekkür ederim, bebeğim.. İyi ki varsın...
Sonsuz sevgiyle..
Delfina oyun hamurundan
 babasını yaptı :)
Delfi made 'daddy' out of play dough
Annen~
~~~
Today it is Teacher's Day in Turkey and my gorgeous baby's third birthday and the celebration of my first Teacher's Day. I started working as an English teacher at Delfina's Montessori kindergarten just to be with her when she is at school. I treasure every second of her existence in my life and I am really grateful for it.. I also became Delfina's first teacher :) She had her first class at the kindergarten with me; I mean in my class. So, it is a very meaningful day for me...
This year, she decided to stop breastfeeding, had the potty training, started translating between English and Turkish, started forming sentences and now comes up with more words and she is absolutely into puzzles :)
Thank you for being my life and being such a joy, Delfina...   
Gerisi burda...

Wednesday, 23 October 2013

Hayattaki Bumeranglar

Esasında her şey 'anne'yle başlıyor.. Ben ne zaman sınava girmeden önce 'anne dua et, iyi not alayım' desem, annem 'tek sana değil, herkesin çocuğunun sınavı iyi geçsin' dedi. Ben ne zaman kendim için birşey istesem, annem 'Allah herkese versin, tek sana değil' dedi. Hayattaki tılsımlardan, öğrenilmesi gereken derslerden biriydi annemin öğretmeye çalıştığı sanırım: Bir şeyi isterken, sadece nefsin için değil, tüm insanlık için istemek. Ama bu söylendiği kadar kolay olmuyor. Hayatta çok fazla tekamül evreleri var, ve her seferinde kendinden geçip, herkes için istemek kolay olmayabiliyor. Ama biz anneler /aileler olarak çok büyük bir fark yaratıp, bencil olmayan, duyarlı ve paylaşan bir nesil yaratabiliriz diye düşünüyorum. Şu an tüm dünyaya yetecek kadar yiyeceğin olması ama dünyanın birçok yerinde birçok insanın ve bebeğin açlıktan ölmesi beni en küçüklüğümden beri şoka uğratan bir durum.. Bana bayramda 'niye TR'de yaşıyorsunuz ki, gidin yurtdışına, ne işiniz var burda' denildikten sonra şöyle bir soru geldi 'neden bu ülke için umutlusun?' Ben de dedim ki 'eleştirdiğim noktalar var, ama ben bunların düzelmeyecek şeyler olduğuna inanmıyorum ve eleştirip oturup kalmaktansa değiştirmek için daha doğrusu daha güzele doğru bir hayat olsun diye uğraşıyorum' deyip, projelerden bahsettim. Evet ben umutluyum, ama bu umudu tekbaşıma gerçekleştirebilmem gibi birşey söz konusu değil. Ama herkes kendi çocuğuna benim umut ettiğim hisleri, analitik düşünmeyi, kendini başka bir canlının ve insanın yerine koymayı, duyarlılığı vs.. öğretirse, hepbirlikte bu umudun gerçek olacağını biliyorum. Çok ütopik gelebilir ama ülkemizdeki kutuplaşmanın, ayrımcılığın vs.. bile Kitap Okuyan Çocuklar Projesi'yle uzlaştırılabileceğini düşünüyorum. İnsan bilmediğine düşmandır prensip olarak, ama insanlar birbirlerini çocuklarının etrafında tanıyıp, anlamaya çalışırlarsa, birbirlerine zor zamanlarında destek olurlarsa hiçbir büyük sorun kalacağına inanmıyorum. 

Hayat paylaşınca gerçekten çok güzel.. Paylaşmanın bir tadı var. 2000'lerden önce Reader's Digest'in bir sayısında şöyle bir makale okumuştum: hayatında hayır işleriyle uğraşmayanların başına hep olumsuz şeyler geldiğine, ama hayır işlerine koşturup, hayır kurumlarına para verenlerin daha az başına kötü olay geldiğine dair bir sigorta şirketiydi sanırım araştırma yapmış. Ben de buna çok inanıyorum. Hayra verdiğin hayır olarak geri döner. Hayatta bumeranglar var esasında. Bizim yaptığımız iyilik olsun, kötülük olsun bumerang atmak, o bize geri dönüyor. Karma felsefesinde olduğu gibi hayat bence de.. Hayata ne verirsen o onu sana geri veriyor. Ya da Şemsvari: hayat bir dağ, dağa ne söylersen yankılanarak sana aynı şeyi söylüyor..
Ben kendi hayatımda birebir yaşadım: aramın hiç iyi olmadığı biri için, sürekli olarak olumlu sözler söyledim, hani kırk kere söylenen şeyin gerçekleşeceği ile paralel olarak ve oldu gerçekten de... Türkiye'ye geldiğimden beri insanların sürekli ülke hakkında, gidişat hakkında, hayat hakkında söylendiklerini görüyorum. Araba kullanırken  bile insanlar huzursuz, aceleci <[ki araba kullanma hayatıma Delfina'yı anaokuluna götürme mecburiyetinden geldi, yine kızım beni geliştirdi, onun sayesinde asla yapamam dediğim bir maceranın içine girmem gerekti] trafikte meditasyon yapıyorum artık, ve çok işe yarıyor. Kendime bir acelemin olmadığını söylüyorum, insanlara ve arabalara yol veriyorum. Olumlu bir ruh halini etrafıma yaymaya çalışıyorum >.
Ben artık olumlu sözler söylenmesi ve yapıcı & yaratıcı hareketlerde bulunulması gerektiğini düşünüyorum. Bu da elele vererek daha kolay olacak, buna eminim..




Gerisi burda...

Sunday, 20 October 2013

Deniz Müzesi


Kadırgalar ve Delfina
Bayram tatilinin son günü Beşiktaş Deniz Müzesi'ne çini grubumla Piri Reis'in Haritaları adlı çini sergisini gezmeye gittik.
Sergi salonundan müze o kadar dayanılmaz gözüktü ki Delfina "anne, ben oraya git'mek istiyom" diyip tutturdu. Ve biz sergiden sonra, müzeye giriş yaptık. Malumunuz Beşiktaş'taki Deniz Müzesi yeni binasıyla yenilendi ve ortaya muazzam bir müze çıkmış. Osmanlı padişahlarının sultanat kayıkları, kadırgaları, kalyonlarından parçalar tüm ihtişamıyla sergide yerini alıyor. Gerçekten çok keyifli, pek görsel bir şölen. 
Müzeye bebek arabasıyla girmek ve dolaşmak en alt kat hariç çok kolay, ama görevlilere teslim ettim bebek arabasını en alt kat için, hiçbir sorun yaşamadık. Delfina da oldukça eğlendi. 

Barbaros Delfina Paşa
Delfi dümen başında
Tuvaletlere doğru giderken bir baktık çocuklar için deniz konseptiyle yapılmış bir çocuk oyun odası. İçerde gemi dümenleri, dokunmatik ekran oyun köşesi, gemi ve haritalar konulu envai çeşit yap-bozlar, denizci düğümünü atmayı gösteren bir bölüm ve daha neler neler. Çok keyifliydi. Bu oda Türkiye'de bir müze içinde gördüğüm çocuklara ayrılmış ilk yer. Yalnız bu odayla ilgili bir eleştirim var. Geçen yıllarda, Türkiye'de neden müzelerde çocuklara müzenin konseptinde eğitici ve öğretici oyun alanları yaratılmıyor diye eleştirmişliğim vardı. Şimdiki eleştirimse, neden çocuk alanının müzenin sergi salonlarında değil de, sergi salonunun dışında olduğu. Yurtdışında bu tarz çocuklar için yapılan tasarımların amacı şudur: aileler müzeyi gezerken, çocukları sıkılmasın; aileler hem sergiyi gezsinler hem de bir taraftan çocukları oynarken gözleri onların üzerinde olsun. Ama çocuklar müzede sıkılacaksa ve aileleri de kocaman bir müzeyi gezdikten sonra oyun odasına gelip çocuklarını beklemek zorunda kalacaksa ikisi de aynı anda tatmin edilmeyen iki gruptan söz etmiş oluruz. 
Biliyorum ülkemizde her şey daha güzele daha iyiye gidecek ama nedense herşey bir zaman alıyor. Çocukları sanatın ve bilimin içine alıcı yapılar sunmalıyız, onları oyunla sanat ve bilimden uzak tutucu değil. Hayatın her alanında insan var; çocuk var. Bu paralel hayatları birbirinden uzak yapıda kurmak yerine birbirinin içine geçecek şekilde kurmalıyız. Sanat, bilim, hayat, çocuk, oyun, mutluluk içiçe kavramlar olmalı. Umarım bu yazı da bir şekilde yolunu bulur ve işe yarar. Ne olursa olsun, Deniz Müzesi çok keyifli bir müze. Çocukla gezmek için ideal, ve çok ilham verici.
yapılmayı bekleyen yap-boz: hayat gibi!
Delfina oyun odasında yap-bozla uğraşırken


Önünde denizler var..
Küçük kaptan

Gerisi burda...

Monday, 14 October 2013

Ailemi organik ürünlerle mi beslemeliyim ve Organik Felsefe

Ben küçükken doğadan gelen bir ürünün kötü ya da bana zararlı olabileceğini düşünemezdim. Urla'dan bahçeden kopardığım domatesleri, acurları iki oyun arası tulumbada yıkamanın, ufacık karpuzları abimin bahçe duvarına çarpma suretiyle kabuğunu çatlatıp, mahallenin tüm çocuklarına birer parça vererek paylaşmamızın tadı hala damağımda.. Ama zaman değişti. Semt pazarına gidip, tezgah tezgah sebzelerin, meyvelerin bolluğunun dünyasına dalmak ve kapkara topraktan nasıl olur da bu kadar çok rengin ve farklı tadın çıktığını düşünmek ve bu zenginliği sağlayan toprağa, doğaya, Verene şükretmek... Artık şehirdeki manavlara, semt pazarlarına hemen hemen hiç gitmiyorum; gitsem de sadece düşünmek ve doğadan gelenleri hissetmek için gidiyorum. Çünkü o güzelim ürünlerin artık o kadar da masum olmadıklarını biliyorum. Ben küçükken Türkiye tarım ülkesiydi, yerli malı haftasını kutlardık. Geçenlerde bir istatistik gördüm, tam rakamı hatırlamamakla birlikte eskiden yaklaşık şehirli nüfusu %30, köylü nüfusu %70'miş; şimdiyse şehir nüfusu %70, köylü nüfusu %30 imiş. Tarlalarda çalışanların sayısı azaldıkça, ve sanırım köylülüler de toprağın dinginliğinde para kazanmaktansa, şehirdekiler gibi hızlı para kazanmak istedikçe ve bazı toprak cahili ziraatçilerin de yanlış yönlendirmesiyle zehiri toprağa dökdükçe toprağa atılan zehir insanlara da zehir olarak geri dönmeye başladı. Bu devrede 2000'li yılların başında ben üniversite öğrencisiyken Buğday Derneği girdi hayatıma ve Buğday'ın ilk gönüllülerinden olarak organik tarım hakkında tarım fuarlarında Buğday standında organik tarım hakkında hem kendim öğrenmeye hem bilgi vermeye başladım standa gelenlere. Bütçem el verdikçe de organik alıyorum gıda ürünlerini. Yalnız organik ürünlerin de öyle bir ticari sektörü var ki herkes bu 'organik' kelimesini kullanabiliyor ya da 'doğal'ı; birçok manav ve pazarcı dükkanının üstüne organik yazarak müşteri çekmeye çalışıyor ama 'organik' ne demek tam anlayabilmiş değil. Moda'da bir 'organik' dükkan var mesela, Moda Caddesi gibi arabanın üstünden eksik olmadığı bir caddede meyve ve sebzeleri caddenin üstünde üstlerinde bir koruma olmadan ya da streç filmle kaplı olarak 'organik' fiyatlarda satıyor; yazın dükkana girseniz dışarısı 30 dereceyken içerisi 18 derece klimayla soğutulmuş. Ne var bunda derseniz, şöyle düşüncelerimi paylaşayım: Bir ürünün organik olabilmesi için [sertifikalı ürün olabilmesi için] otoyollarından, arabaların çoklukla geçtiği yerlerden uzakta olması lazım ki egzos gazı gelip ürünün üzerine yapışmasın. ABD'de yapılan araştırmalara göre kurşunlu benzinden kurşunsuz benzine geçildikten sonra eyaletteki suç oranları düşmüş. Bunu da arabanın egzosundan çıkan kurşunun yiyeceklere, suya sinmesi ve insan vücuduna giren kurşunun eyaletteki suç oranını arttırdığı savında araştırma. Şimdi Moda Caddesi'nden geçen araçların egzosundan çıkan partikülleri gidip illa ki pırasanın üstünde kalmıyor mudur? Kalıyorsa bu ürün nasıl organik olur ve 'organik' fiyatlarda satılır? Streç filmlere gelince: Bu maddeler petrolden yapılma ve bir meyveyi streç filmle sarıp bu dükkanın yaptığı gibi güneşin altına bırakırsanız kimyasallar meyve/sebzeye geçmiş olur. Bir de organik yaşam demek toprağa, doğaya saygı demek. Ben sadece ama kanser olmayım diyerekten organik ürün kullanıyor değilim, toprağa/mıza zehir dökülmesin, toprağın altında yaşayan canlılar, doğa, toprak zarar görmesin dileğiyle de organik kullanıyorum ve organik ürün satan dükkanların bu konseptte olmaları gerektiğini düşünüyorum. Dışarıda hava 30 dereceyken, bir dükkanın içini 18 dereceye indirebilmek için harcanan elektrik enerjisini düşünün. Bu elektriği üretmek için kurulan HES'leri ve doğaya ve doğanın akışına verilen zararı düşünün. Bizim elektrik diye bir lüksümüz olsun diye nehirler özgürce akamıyor, hapsediliyor, buna bağlı olarak normalde o suyun aktığı yerlerdeki canlılar yaşayamaz hale geliyor. Organik ürün satmak, organik yaşam bir hayata bakış açısıdır, içselleşememiş her şey yapağıdır, sunidir kanımca.
Delfina organik havuc ve GDOsuz misirla
Organik ürünler demişken, malumunuz birçok organik çiftlik türedi. Bir taraftan gerçekten toprağa ve tohuma gönlünü veren permakültürcüler, tarımcılar, çiftçiler var. Bir taraftan da işin pazarlamasını, ticaretini çok iyi yapan çiftlikler. Çoğu ürününü çiftliklerden alan biri olarak yıllar içinde şu konulara dikkat etmeyi öğrendim:
  • Çiftliğin ürün yelpazesi gerçekçi mi? Ne kadar büyük olursa olsun bir çiftlik eğer çok fazla ürün [sayfalarca sanki bir süpermarketmişçesine] koyuyorsa listesine, bir durup düşünün derim. Bir çiftlikten 20-30 ürün çıkar ama yüzlerce de çıkar mı?
  • Basit hesaplamalar yapın: Bir çiftliğin müşterisi 250.000'leri bulduysa, sizce bu çiftlikten her hafta kaç ton sebze ve meyve çıkar ve gerçekten hepsi o çiftlikten mi geliyordur ya da ne tür kimyasalların kullanıldığı gerçekten bilinmediği başka yan çiftliklerden mi?
  • İlla yediğimiz her sebze ve meyve organik sertifikalı olsun demiyorum. Sertifikalı organik ürünlerle ilgili de uzun süre tartışılabilir [tohumlarda çeşitliliği azaltması gibi] Ayrıca organik sertifikası olmayıp, ama sertifikalı organik ürünlerden daha organik fiyatlarda ürün satan bir çiftliği de anlayamıyorum. Çünkü organik sertifika almak için gerekli birçok yükümlülükler var, tahliller var vs. Eğer bir çiftlik ürünlerinin hepsinin doğal olduğunu iddia ediyor, ve hiç bir türlü tetkikten geçmeden, cebinden ekstra masraf çıkmadan yine doğal ya da organik neyse bir ürün satıyorsa neden aynı hafta piyasadaki organik pazarlarda satılan ürünlerden daha pahalıya satar, üstüne de kargo parası alır? Ben uzun zamandır ürünlerimi Toprakana'dan alıyorum. Cem Birder'in önderliğinde Anadolu'nun birçok yerinde organik ya da doğal tarım yapan çiftçiler evlere kargoyla ürünlerini yolluyorlar, hem de kargo parası almadan. Bu çiftliklerin ürün listelerine bakın, makuldur, yani bir tarlada evet anca bunlar yetişir dersiniz, süpermarket gibi her aradığınızı bulamazsınız, fiyatları makuldur, hatta semt pazarından daha uygundur ve evinize gelir ürünler kargo parası ödemeksizin. Aracısız, direkt çiftlikten alınan ürünler niye piyasanın üstü fiyatlara satılır bilmiyorum, bir pazarlama harikası olsa gerek diyorum.
  • Daha önceden korku kültürü üzerine yazmıştım. Bu ülkede herkes karşısındakini korkutarak iş yapmaya çalışıyor: Doktor hastayı, patron çalışanını, satıcı müşterisini.. herkes birbirini korkutmaya, paranoyaklaştırmaya çalışıyor. İnsanları doğal tarım, doğru beslenme kaynakları üzerine bilgilendirmek harika ama özellikle çocuğu ve ailesi sağlıklı olsun diye organik ürün almaya çalışan insanların iyice paranoyaklaştırılmaları ve bunun düzenli epostalarla yapılması hem iyi bir şey hem çok iyi değil. İnsanların ne yedik ne içtikleri evet çok önemli ama insanların düşünce gücü var ki hiç de gözardı edinemez. Düşünce gücü herşeyimiz. Biz yediğimiz bir ürüne bin kez 'bunun içinde zehir var, kanser olucam' dersek, Allah uzak etsin ama oluruz. Bununla birlikte bir insana zehir bile verilse zehirlenmeyebilir. Düşünce gücü çok kuvvetlidir. Sürekli olumlu olumlama yapmak önemlidir insan hayatında. İnsanoğlu yiyerek hayatını idame ettiriyor, her yediğimize, 'organik' olduğunu düşünmediğimiz yiyeceğe bize zarar verecek gözüyle bakarsak zarar verir elbet. Demiyorum ki bilinçsiz olalım, yediklerimizin içinde ne var bilmeyelim ama ürün satan bir çiftliğin sürekli olarak korku salması bana sadece bir pazarlama dehası olarak geliyor. Araştıran insan, zaten araştırıyor, yediklerinin kökeni üzerine düşünüyor.
  • Ben 'permanent agriculture' kelimelerinin birleşiminden oluşan permakültürle ilgileniyorum son bir yıldır. Permakültür belirli bir araziye akıllı dikim-tarım yapılmasına dayanıyor, toprağa saygı duyarak, toprağı incitmeden. Permakültür gruplarına da üyeyim ve gönlünü toprağa vererek tarım yapanların sorunlarını okuyorum bazen ve örneğin ilaçsız domates yetiştirilemeyeceği konusunda bir serzeniş okudum geçenlerde. Esasında hem permakültürde hem unuttuğumuz tarım kültürümüzde belli bitki/sebzelerin diğer bitkilerle birlikte dikilmesiyle böceklerden vs korunabileceğine dair harika bilgiler var. Mesela bu bağlantıda hangi bitkiyle başka bitki ekilse daha iyi tutarın bilgisi var. Demeye çalıştığım şu, bir çiftlik hiç kontrolden geçmiyorsa, ve ürünü bittiğinde 'aman bu bitkiye de ilaç atılmaz' diyerekten köylü pazarından/yan çiftliklerden ürün alıp alıcılarına yolluyorsa bir çiftlik, içimiz çok da rahat olmayabilir. Çünkü sertifikasız bir çiftliğe güvenmeniz demek, yazışmadığımız-görmediğimiz diğer köylülerin çiftliklerine güvenmemiz anlamına gelmiyor. Çünkü yukarda da dediğim gibi bazı ürünler yöntemiyle de dikilmezse illa ki ilaçlanıyor ve birsürü parayı geliş yerini bilmediğimiz bir ürüne vererek biraz aldatılmış oluyoruz sanırım.
  • Bir de ismini vermeden bahsettiğim çiftlik ne zaman ki organik tarım yapan, gönlünü toprağa adamış çiftçilere laf atmıştır kendisi de aynı sektörde olmasına rağmen, benim için o çiftlik bitmiştir. Bu dünyada çok fazla doğaya saygılı hareket yok ve organik yaşam için gönlünü sayıları az da olsa toprağa vermişler varsa, kimse onlara laf atmamalı, çamur atmamalı diye düşünüyorum. Birçok konu var zaten eleştirilip, konuşulacak; bari iyilik hareketleri yapanlara gitmesin kötü sözler.. Ayrıca bu iş ahlakı açısından uygunsuz diye düşünüyorum.
  • Organik ürün sipariş verirken dikkat edilecek bir diğer konuysa, çiftliğin mesafe olarak bulunduğunuz yere yakın olmasına dikkat edin: Her kolinin kapınıza gelmek için ne kadar karbondioksit salınımında bulunacağına dikkat edin. Karbon ayak izlerimizi düşünmemiz gerekiyor, daha yaşanası ve küresel ısınmasız bir dünya için.


Gerisi burda...

Öksürükte ne yapmalı?

Delfina alt solunum yolu enfeksiyonu geçirdi geçen hafta ve ben yine bir miktar kafayı yedim [ciğerlerinden farklı farklı birçok garip hırıltı geliyordu]. Neden o hasta olduğunda bu kadar yıpranıyorum bilmiyorum, psikolog bir arkadaşım benim kendi hastane/hastalık anılarımla onunkilerin benim zihnimde karıştığını söylüyor. Doğru olabilir... Çok kötü öksürüyordu ve ağızdan alınacak hiç bir ilacı da kabul etmiyordu [önce ona saygı duydum, vermedim istemediği doğal ilaçları ama sonunda baktım daha da kötüye gidiyor, okulumuzun psikoloğuna da sordum konu hastalık olunca zorlayarak içirmede bir sorun yok dedi]. Birçok arkadaşı, dostu aradım. Onlar da sağolsunlar bildiklerini paylaştılar. Bunlardan bazıları:

  • Burnu açık tutun! Hastalıklarla mücadelede en önemli adım burnu açık tutmak. Burnu kaybederseniz tüm kaleyi kaybedersiniz. Defalarca denedim ve blogda da yazdım burun açmanın en etkili yöntemi hakiki biberiye yağı (Mecitefendi güvendiğim ve benim kullandığım bir marka). Yastığa ya da yakaya damlatabilirsiniz. Yağlar ve etkileri üzerine yapılmış yeterince araştırma yok ama ben kulak çubuğuna bir damla biberi yağı damlatıp, burnun içine sokup, burnu acıtmadan içerdeki bir yere dokunup çubuğu çıkarıyorum. Biberiye antimikrobiyal, antibakteriyaldir. Bu o kadar etkili bir yöntem ki Delfina biberiyenin burun açmadaki başarısını bildiği için artık kendi yapıyor bu işlemi. Dediğim gibi biberiye yağı üzerine yapılmış bir araştırma görmedim henüz ama hastalık çekip antibiyotik kullanmaktansa biberiye yağı kullanmayı tercih ediyorum. 
  • Deniz kadayıfı: Aktarlarda satılan bir tür yosun, sütü kaynatıp içine bir bilye büyüklüğünde kadayıfı atıyorsunuz ve ocağın altını kapıyorsunuz. Demleniyor içiriyorsunuz.Deniz kadayıfını kullanmadan önce yıkamayın çünkü yıkamak şifa özelliğini yok ediyor.
  • Itır: Yine aynı şekilde sütü kaynatıp bir yaprak ıtırı içine atıp, demliyorsunuz. Ben bal da ekleyerek içirdim ikisini de. Itırı kendi kendime araştırma yaparken buldum. Küçükken en çok sevdiğim çiçeklerden birinin adının sardunya olduğunu öğrendim. Çünkü UMCA diye sardunyadan yapılmış bir ilaç varmış. Sonra ıtır bitkisinin [ki bence her evde saksıda olmalı, annem sütlü tatlı yapacağı zaman süt kaynadıktan sonra mutlaka bir yaprak içine atar. Çünkü harika bir rayiha ve tat veriyor] öksürüğe iyi geldiğini keşfettim. Ve böyle bir karışım yaptım. İşe yaradığını düşünüyorum.
  • Keçiboynuzu suyu: Düdüklüde 20 dakika boyunca kaynattığım 3 adet keçiboynuzunun suyunu yukarıdaki iki sütlü karışıma karıştırarak içirdim. Çünkü süt mukozayı arttırıyor [yani öksürüğü], keçi boynuzuysa mukozayı inceltiyor. Bunu yarım bardaktan fazla da vermemek lazım gün içinde. Çünkü keçiboynuzunun aşırı tüketimi burunda da kurumaya neden oluyor. Aklınızda bulunsun eğer burun çok kuruysa tuzsuz tereyağından tırnağınızla alıp burnun içine koymak eski bir Anadolu yöntemi. Böylece burun içi çok güzel nemlenmiş oluyor.
  • Harnup/keçiboynuzu pekmezi: Yukarıda anlatıldığı üzere keçiboynuzu mukozayı inceltiyor.
  • Bal: Ayrıca göğsüne yatarken bal sürdüm. Sabaha kadar balı vücut çekmiş oluyor.
  • Kekik/nane yağı: Ayaklarının altına kekik [bir damla hakiki kekik yağı 1 tatlı kaşığı zeytinyağının içinde seyreltilerek sürülür] ve nane yağı sürdüm. Ayrıca evin içinde mikropların ve hastalığın kırılması için yarım litre sıcak suyun içine kekik yağı damlatmak iyi geliyor. Arada bir kekik yerine biberiye yağı da kullanılabilir. Bir de bu metodun benzeri soğanı ikiye bölerek hastanın olduğu odada gece boyu bırakarak da yapılıyor.
  • Zencefil/bal/zerdeçal karışımı: Taze zencefil+bir dilim limon+üstü başar bal+ 1-2 çay kaşığı zerdeçal karıştırılıp, ağzı kapaklı bir cam kasenin içinde durmalı ve her gün hasta olun olmayın bu karışımdan bir tatlı kaşığı yenilmeli. Ben zerdeçali yemeklere katıyorum ayrıca ama öğrendim ki zerdeçalin pişmemesi gerekiyormuş. Yani kullanacaksanız bile yemeğin altını kapattıktan sonra içine atmalısınız. Zerdeçal bünyeyi kuvvetlendirmek için Hint mutfağının vazgeçilmezlerinden.
  • Soğan suyu tarifi: Lega Bebe'nin yazarı sevgili Gamze de şöyle bir tarif verdi: 1 soğan sekize bölünür, 3-5 dış sarımsak ve iki su bardağı kaynar su bir cam kavanozun içine atılır, ağzı kapanır. İçilebilecek sıcaklığa gelindiğinde bir limonun suyu+bal eklenerek sabah akşam bir çay bardağı içilir. Bu karışım genel bakteriye karşı savaşmada iyi olan bir tarif. Ben de bu hafta bol bol içtim. Çünkü Delfina'nın anaokulunda Delfina'yla daha çok olabilme ama aynı zamanda onun sosyalleşebilmesi için ingilizce derslerine giriyorum ve benim de hastalıklarla hasta olmadan mücadele etmem gerekiyor.
  • Ananas: Hiç aklıma gelmezdi ananasın öksürüğe iyi geleceği. İlginç bir şekilde çok işe yarıyor. Ananas tarif 1: Kendim içeceksem bir kalın dilim ananas, 2cm kalınlığında taze zencefil, yarım limon suyu, biraz su blenderdan geçirilip, balla tahta kaşık yardımıyla tatlandırılır. Bazen Delfina'yı zencefilli karışımları içmeye ikna edemiyorum. O zaman sadece ananası veriyorum eline yiyor. Ananas tarif 2: Ananasın kabuklarını atmayın. Ananasın kabuklarını 3 bardak su bardağı kaynar su + 1 büyük kabuk tarçın + 1 çay kaşığı karanfille bir taşım kaynatın, demleyin ve çay şeklinde tüketin. Bu iki tarifi çok ağır öksürüyorken denedim ve balgamlı öksürükten kurtuldum. 
  • Ayrıca arı poleni, propolis, arı sütünü eksik etmedim yediklerinden. Metabolizmayı güçlü tutmak gerekiyor. Ben organik olanlarını tercih ediyorum.
  • Temiz hava: Ev bol bol havalandırılmalı, çocuk bol bol temiz hava için dışarı çıkarılmalı.
  • Taze meyve ve sebzelerin suyu sıkılıp verilmeli.
  • Süt, et gibi mukozayı arttırıcı yiyeceklerden kaçınılmalı. Tabi bunun aksini iddia eden araştırmalar da var ama ben gözümün gördüğüne inanıyorum. Ne zaman Delfina süt içtiyse öksürük arttı.
Ateşi çıktığında hiç bir şekilde müdahale etmedim. İlaç vermedim, hastalıkla savaşarak vücudunun hastalıklara karşı kuvvetlenmesine izin verdim. Ki önce alt solunum yolu enfeksiyonu geçirdi, bir hafta sonra boğaz enfeksiyonu ve sonunda ağrı kulağına vurdu ve ağlamaya başladı. Doğal Anneyim sevgili Başak'ın yöntemiyle soğanı rendeledim, üç damla soğan suyunu ısıtılmış tatlı kaşığıyla ağrıyan kulaktan damlattım. Sonuç inanılmazdı. Ağlayan çocuk, bu işlemden sonra 2-3 saatlik bir uykuya daldı ki günlerdir adamakıllı uyuyamıyordu.
Tüm bu yöntemler uygulanırken en önemli noktalardan biri burnun açık kalması ki daha önce bu konuyla ilgili çok yazdığımdan burda bahsetmeyeceğim.
Şifayı Verene sonsuz şükür...

Bunun haricinde aman aklınızda olsun bitkisel de olsa hazır satılan öksürük şuruplarının içinde çok fazla katkı maddesi var. Ben Prospanı iki yıl önce kullandım ama pek bir fayda da sağladığını görmedim. UMCA'yı denemedim ama yukarıda dediğim gibi onun yerine ıtırı keşfetmiş oldum.
Unutmayın, bebeğiniz hala emiyorsa, en harika çözüm sürekli emzirmek. Delfina artık bebiş ve süt kuzusu olmaktan çıktığı için bu tarz çarelere başvurmam gerekiyor maalesef...
Bunlar bu hastalık maceramızda yaptıklarım. Hala toparlanma evresinde, ama umarım tüm çocuklar kötü bir hastalık yaşamazlar, kolayca bu kış dönemini atlatırız. Bana destek olan çok fazla güzel insan var, hepsine minnettarım. Bu zor dönem boyunca arayıp soran, desteğini, tavsiyelerini eksik etmeyen herkese çok ama çok teşekkürler..
Şifayla..

Gerisi burda...

Thursday, 3 October 2013

Oyun Çemberleri Anadolu'nun Her Yerini Sara!...

Delfina’nın bebekliğinden beri çocuğunu fiziksel aile desteği olmadan büyüten bir anne olarak yaşadığım yerde hep oyun grupları oluşturma çabam oldu ki hem ben annelik sürecimi paylaşabileyim başka annelerle, sorunlarımızı konuşabilelim; hem de kuzenleri gibi yakın aile dostları olmadan şehirde büyüyen kızım sosyalleşsin, başka çocuklarla iletişim içine girsin. Delfina için önce İstanbul Ortaköy’de harika bir oyun grubu oluştu, sonra Moda’da. Delfina anaokuluna gitmeye başladı bu sene haftanın üç günü ama yine de bir oyun grubu olsun, özellikle kış günlerinde mahalleden, parktan arkadaşlarıyla buluşmaya devam etsin istiyorum. Bu esnada Facebook’ta Montessori Anneleri grubunda yazışmalar ve Anadolu’nun her yerinden anneler organize olmaya başladı evlerinde ya da mahallelerinde bir oyun grubu kurmak için. Aileler çocuklarıyla kaliteli vakit geçirmek istiyorlar ve özellikle hava koşullarının iyi olmadığı zamanlarda çocuklarıyla aktiviteler yapıp, çocuklarının kaliteli ve öğrenme süreçlerine yardımcı vakit geçirmek istiyorlar. Ben de İstanbul için Anadolu ve Avrupa yakası olmak üzere iki Facebook grubu kurarak diğer organize olmak isteyen annelere yardımcı olmak istedim. Bunun üzerine toplantı yaptık ve evde nasıl oyun grubu kuruluru konuştuk. Geçen yıllardan gelen deneyimler de birleşince şöyle toplantı notları çıktı ortaya, umarım oyun grubu kurmak isteyen ailelere yardımcı olur notlar.

Montessori Oyun Grupları Toplantı Genel Notları

29 Eylül 2013, Moda Parkı

Oyun grubu nerde olabilir? Evlerde, yerel kütüphanelerde, gönüllü evlerinde vs.
Dileyen aileler evlerini birbirlerine açıp, belli bir rota dahilinde birbirlerinin evlerinde buluşabilirler. Ama evlerde oyuncak kavgası çok yaşanacağı [çünkü ev sahibi olan çocuk her zaman oyuncaklarını diğer arkadaşlardan korumaya çalışacaktır. O yüzden ya oyuncaksız bir ortamda aktiviteler yapılmalı, ya da çocuğa hangi oyuncakları paylaşıp paylaşmak istemediği sorulmalıdır] için alternatif mekanlara bakmak daha akıllıcadır. Malumunuz birçok kütüphane hatta çocuk kütüphanesi mevcut. Ama bu tarz mekanlar aktif olarak kullanılamıyor ve çocuklara ‘sus, ses yapma’nın ötesine geçilemeyen mekanlar olarak kalıyorlar. Yeni yeni kütüphanelerde masal saati uygulamaları ve kütüphaneleri çocukların ihtiyacına yönelik düzenleme alışkanlığı başladı. Oyun grubunun kurulacağı semte yakın bir kütüphaneden [halk, belediye, ya da Kültür Bakanlığı’na ait kütüphaneler] ya da belediyeye ait bir gönüllü evi yahut benzeri bir kamu alanından çocuklara aktivite yapabilmek için ortak alan talep edilebilir. Özellikle kütüphanelerdeki masal saati uygulaması oyun grubuyla birleştirilebilir. Kitap Okuyan Çocuklar Projesi’nin geçen hafta İBB’ye ait kütüphanelerin bu tarz aktivitelerde kullanılması için onay aldık. Bulunduğunuz mekandaki kütüphaneyi kullanmak için Kitap Okuyan Çocuklar Projesi aracılığıyla izin alıp, kütüphaneyi amaca uygun hale getirebiliriz. Konuyla ilgili yazışmalar bilgi@kitapokuyancocuklar.org eposta adresinden yapılabilir.

Ne kadar sıklıkta? Ailelerin uyumuna ve tercihine kalmış ama düzen olması çok önemli. Her hafta aynı gün, aynı saatlerde ve aynı kişilerle yapılan aktiviteler kesinlikle uzun dönemde daha iyi sonuç verecektir.

Sayı ve yaş grubu: Bildiğiniz üzere Montessori’de karma yaş uygulaması vardır. Ama eğer semtte çok fazla aile varsa, iki grup yapılıp, yaşları birbirine yakın çocuklardan gruplar da istenilirse oluşturulabilir. Grup başı tavsiye edilen ideal çocuk sayısı 5’tir.

İkramlar: Ev sahipliği yapacak olan aile, su hariç hiçbir ikramda bulunmakla yükümlü değildir. İkram konusu oyun grubunu eğlenceli bir zaman geçirme olmaktan çıkarıp yükümlülük haline getirir. Eğer çocukların birşey yeme ihtiyacı olacağı düşünülürse, herkes evinden bir kilo ya da çocuk sayısınca mevsim meyvesi getirebilir. Mesela bir aile muz getirirken, diğer aile elma getirebilir. Böylece çocuklara paylaşma ilkeleri de gösterilmiş olunur.


İletişim: İlk buluşma sonrasında telefon ve eposta adresleri paylaşılır, hatta yazışmaları kolaylaştırmak amaçlı bir google ya da yahoo group kurulabilir.


Süre: Oyun gruplarının süresi en fazla 1.5 saat olmalı. Çocuklar yaşlarına orantılı olarak konsantre olamamakta ve bir saatten fazla biraraya gelmelerde oyuncak kavgaları ve huysuzluk artabilmekte.


Ne tür aktiviteler yapılabilir?

  • Şarkılar: Şarkıyla oyun oynamak çok önemlidir. Şarkılar çocukları rahatlatıyor, birbirleriyle daha güzel iletişim kurmalarını sağlıyor.
  • Ahşap bloklar: Çocuklar ahşap blokları kullanarak kule vs. tasarımı yapabilirler, ya da ev yapımı boya kullanarak blokları kullanboyayabilirler. Bu tarz aktivitelerde evin kirlenmesini önlemek amaçlı plastik örtüler alınıp, çocukların altına serilebilir. Ve bu örtüler bir aile tarafından her hafta yıkanıp, tekrar kullanılabilirler.
  • Doğal malzemeyle oyuncak yapımı: Oyun hamurları, parmak boyaları vs doğal malzemelerden yapılabilir ve hepbirlikte oynanabilir. Oyun hamurunu çocuklar kendileri bile karabilirler. Bildiğiniz gibi çocuk sizden talep etmedikçe bir büyük olarak elindeki işi alıp bitirilmiyor Montessori sistemine göre. Çocuğun işi/görevi kendi yapmasına, keşfetmesine izin veriliyor.
  • Dizme/aktarma: Makarna, boncuk vs. ipe dizilebilir, ardından boyanabilir. Mercimek, pirinç vs. bir kaptan diğer kaba aktarılabilir, bu esnada bir huni ya da dar bir cam şişe vs. kullanılabilir
  • Baskı: Patates baskısı, kapak baskısı, silgi ve ip baskısı vs..
  • Geri dönüşüm malzemelerinden oyuncak ya da obje yapımı: Herkes evden getirdiği geri dönüşüm malzemelerinden farklı oyuncaklar vs. üretebilir. Bir tema belirlenebilir. Bunun için Dönüşen Oyuncaklar Facebook grubundan fikirler alınabilir. Hatta havanın güzel olduğu zamanlarda parklarda buluşulup parktaki tüm çocuklarla bu aktiviteler gerçekleştirilebilir. Böylece çocuklar işi bittiğinde bir ürünü çöpe atarak dünyaya daha çok atık üretmektense, malzemeye bakıp, hayal gücünü kullanıp, onunla neler yapabileceğini öğrenecektir.
  • Kolleksiyon yapma: Herkes pul, peçete, böcek, tohum [aklınıza daha ne gelirse], hafta içinde biriktirip, arkadaşlarıyla paylaşabilirler, hepbirlikte bir koleksiyon başlatabilirler
  • Çarşaf: Bir çarşaf deyip geçmemek lazım, çarşaf sihirli bir örtü olabilir, üstünde küçük toplar zıplatılabilir, şarkı eşliğinde. Sonra çarşaf yukarıda-aşağıda oyunu, çarşafın içine girip aileler tarafından sallanma oyunu vs.
  • Duygu havuzu: Aynı renkte bir çok malzeme aynı kutuya konulabilir, ya da farklı yüzeylerde, kokularda, sertlikte, yumuşaklıktaki malzemeler çocuklara verilir, çocuklar farklı doku, koku ve yüzeyleri hissederler. Bildiğiniz üzere küçük yaştaki çocuklar harf bilmezler ki kitap okusunlar. Onlar için yüzey, doku, sertlik derecesi harfler gibidirler. Dokunarak, hissederek okurlar ve anlarlar. 
  • Jimnastik hareketleri: Çok basit esneme ve gevşeme hareketleri hayvanları taklit ederek yaptırılabilir
  • Kukla ve tiyatro: Oyun gruplarının vazgeçilmezi.
  • Kitap okuma: Seslerle, şarkılarla, kitaba hareket katarak yani Kitap Okuyan Çocuklar tarzı kitap okuma.
  • Proje yapma: Bir konu ya da tema seçilerek çocukların bir projeyi takım çalışmasıyla gerçekleştirmeleri sağlanabilir. Tabi bu aktivite için çocukların birbirlerine alışkın, ve uzun zamandır görüşüyor olmaları lazım.

* Unutmamak gerekir ki bir çocuk bir aktiviteyi yapmak istemeyebilir, kesinlikle zorlanmamalı. İsterse diğer çocukları izlemeye devam edebilir, ya da başka bir işle uğraşabilir.


~~~


Bir çocuk büyütmek, büyük bir dünya ve yer yer zor olabilen bir dünya. Toplum olarak, mahalle olarak biraraya gelerek, birbirimize destek olarak, zor anlarımızda birbirimize yardımcı olarak bu yükü hafifletebiliriz. Ben İstanbul’a tekrar taşındığımda etrafımda çok az dost ve tekrar ama bu sefer bir anne olarak öğrenmem gereken bir şehir vardı. Bana ne ev işlerinde, ne çocuk bakımında yardımcı ve destek olabilecek birileri yoktu. Annem yılda iki kez İzmir’den gelse bile bu yeterli değildi. Bir de tabi bebek arabasını Ortaköy’de kaldırıma çıkarmaya çalışırken ezilen ayağım hikayesi var ki sormayın.. Bu zorluklardan ilham alarak projeler ortaya çıkmaya başladı: önce Kitap Okuyan Çocuklar, sonra Bebedönüşüm, Dönüşen Oyuncaklar, Oyun Evim TV... Bu projelerin tek amacı var ailelere yalnız olmadıklarını, birbirlerine yardımcı olarak, dayanışarak çok güçlü olabileceklerini göstermek ve bunu hayata geçirebilmek. Kitap Okuyan Çocuklar Türkiye’nin heryerinde yerel bağlamda çocuk kütüphaneleri adı altında okul öncesi ve sonrasına hitap eden aktif öğrenme merkezleri oluşturabilmek ve ailelerin çocuklarının gelişiminde aktif rol oynamasını sağlamak için başladı. Bebedönüşüm’de evde olan ama kullanmadığımız bebeğe ve anneliğe ait her türlü eşyayı, oyuncağı, bebek bakımına dair herşeyi [örneğin kefir mayası] karşılık beklemeden, sadece paylaşmak adına paylaşıyoruz ve böylece çocuklarımıza bir ürüne ihtiyaçları olduğunda illa ki bir dükkandan almak ve tüketmek yerine önce arkadaşlarına sormayı ve paylaşmayı ve böylece daha az çöp üreten ve doğaya saygılı bir medeniyet oluşturmayı öğretiyoruz. Dönüşen Oyuncaklar yine geri dönüşüm malzemelerini alıp, parklara gidip hep birlikte hayal gücünü kullanmayı, tasarım yapmayı öğrenmeyi amaçlıyor ve Oyun Evim TV’de de amaç ailelere evde çocuklarıyla evdeki malzemeleri kullanarak keşfetmeyi, yapmayı göstermeyi amaçlıyor.

Bu yazı uzunca bir yazı oldu, muhtemelen bol anlatım bozukluğu da olmuştur. Sonuna kadar okuyabildiyseniz teşekkürler ve hatalar afvola.. Ben sadece bir anneyim ve Montessori eğitim sistemi üzerine uzman değilim. Sadece bir anne olarak okuduklarım, öğrendiklerim var. Yukarıda yazan oyun aktivitelerinin hepsi Montessori sistemine uygun olmayabilir, ama amaç; belli bir eğitim tarzını yol gösterici alarak evlerde çocuklarımızla kaliteli zaman geçirerek, mahalleli olarak birbirimize nasıl destek olabileceğimizi öğrenmek, araştırmak ve gözlemlemek. Aktivite fikirleri sadece yol gösterici olsun diye konulmuş olup, çocukların yasına, gelişimine göre düzenlemelere ihtiyaç olabilir.
Umarım oyun grupları, kitap okuma çemberleri, paylaşım bumerangları, oynayarak öğrenme, öğrenerek oynama her yeri sarar ve biz büyük bir aile olarak bu ülkede, bu dünyada, bu evrende sevgiyle, birbirimize saygı göstererek yaşarız. Çok mu hayalbazım? Bence değil, herşey bizim elimizde :)

İstanbul dışı illerdeki Montessori oyun grubu kurmaya çalışan diğer gruplardan bazıları [Lütfen şehir isimlerinin üstüne tıklayın]:
AnkaraEskişehirİzmir, İzmir BornovaBursa, Kocaeli


Gerisi burda...

Wednesday, 17 July 2013

Korku Kültürü Üzerine

Türkiye'ye tekrar taşınma kararını anne olacak olmamdan aldığımı yazmıştım daha önce. Türkiye'ye bir anne olarak taşındığımdan beri A'dan Z'ye hemen hemen her konuda tek bir gözlemim var: korku kültürü. Her konuda üzerimize korku pompalanıyor. Hamilelere o kadar çok korku pompalanıyor ki en doğal hayat formu olan vajinal doğum varken [normal doğuma hiçbir engel yokken ve sezeryan yapmaya gerek bile yokken] sezeryan yapmak istiyorlar [ki bunun için bu kararı veren anneler değil, korkuyu pompalayanlar sorumludur kanımca; çünkü en doğal annelik içgüdüsü çocuğunu korumaktır].
Anneleri çocukları hastalandığında doktora gittiklerinde o kadar çok korkutuluyorlar ki doktorlar tarafından en küçük bir hastalıkta hemen bünyemizdeki %1 olan zararlı bakteriyle savaşmaktansa %99'u iyi ve bağırsaklarımız için çok yararlı olan bakteriler doktorlar tarafından verilen ve daha sonra hayat boyunca sağlık sorunlarına ve alerjilere neden olacak böylelikle de ilaç endüstrisine para pompalamaya devam edecek olan antibiyotikler veriliyor ufacık bünyelere.
Bisiklete binme demek yerine,
kask almaktir korkuya inat yapilacak olan
Bisiklet alıp, çevreci bir şekilde yaşadığınız şehri, doğayı doğaya zarar vermeden gezmek istiyorsunuz ama bisiklet satıcıları bisiklete küçük çocuklar için takılan aparatı satmak bile istemiyor. "Düşürürsün, çocuğun kafası kırılır" gibi korku söylemleriyle vazgeçirilmeye çalışılıyorsun.
Çocukken bir yere tırmanmaya çalışırken, 'aman düşüp bir yerini kıracaksın' öğretildi bana. O yüzden gidip bir yerlere tırmanasım pek yoktur. Farklı ülkelerde farklı dağlara çıkmışımdır hatta dağın tepesinde bayılmışımdır ama yine de çamurların içine basayım, profesyonel dağcılık yapayım filan yoktur bende.
Parklara gidiyoruz fiskiyeler açık, Delfina hemen soyunup içine dalıp ıslanır. Ben 'dur, hasta olacaksın' demem ama  benim içimden de 'ayakkabılarımı çıkarıp da bir ıslanayım şu sıcak havada' gelmez. Neden? Çünkü bana hep korku pompalanmıştım küçükkenden.
O yüzden hasta olması pahasına çocuğumun zihnine psikolojik engeller koymak istemiyorum. Çok tehlikeli şeyler yaptığında anlatıyorum neden yapmaması gerektiğini ama sürekli 'şimdi düşeceksin, şimdi kafanı kıracaksın' gibi söylemlerde bulunmamaya çalışıyorum. Bu yine de zor bir sınav benim için. Çünkü bendeki tüm öğretilmişlikler olumsuz ifadeler içeriyor. Kendimle bir nevi savaşıyorum, çoğu zaman yeniliyorum, ama kazandığım ve özgür bir ruh yetiştirmek adına başarabildiğim anlar da oluyor.
İki gün önce Delfina vapurun yerlerini tüm bedeniyle süpürdü, vapurdakiler bana kızım çocukla ilgilen moduna girdiler. Umursamadım. Bu benim annelik tarzım. Eğer yerlere yatmak istiyorsa, yatsın. Eve gidince yıkanacak zaten. Ve beklenen oldu, Delfina muhtemelen başka bir yerden de mikrop alarak ateşlendi [ki huysuzdu bir süredir meğer bundanmış], ertesi sabaha kulağına vurdu ve kulak enfeksiyonu yaşadı. Ateş, kulak ağrısı, baygın bakışlar vs... Aile hekimi hemen yazdı antibiyotiği, ben antibiyotiğe direnince de çocuğun iç kulağı delinir şeklinde konuşmayave korku pompolamaya başladı. Eve geldim vermedim hatta almadım bile yazdığı ilacı. Gece hafif ateşle geçti ve çok şükür şu an hiper haline geri döndü. Neşesi yerinde, kulağındaki ağrı gitmiş, biraz boğazlar savaşmaya devam ediyor ve öksürüyor ama geçecek. Şifa'yı Verene hamdediyorum. Ebeveyn olarak insan o kadar çaresiz ki!



Yaninda olup, kesfetmesine izin vermektir bana dusen..
Hep güzel anlar yaratmaya çalışıyorum özellikle o hasta olduğunda, sürekli güzel anılarımızı anlatıyorum, onu ne kadar sevdiğimi, iyi ki hayatımızda varolduğunu...ki hayata tutunsun, hastalığı yensin sevgiyle..
Ama önce tüm yaptıklarımla, beyin ve ruh enerjimle, şifayı Veren'den istiyorum..Yaptıklarıma gelince:

  • Balın içine bir damla hakiki kekik yağını damlatıp, içine zencefil, karabiber koyup verdim.
  • Keçiboynuzu pekmezi verdim.
  • Ayaklarının altına kekik ve nane yağlarını sürdüm.
  • Burnunun açık olması çok önemli, t-shirtunun omuzlarına ve yastığına hep biberiye yağı damlattım.
  • Burnu açılmaya başlayınca Abfen sinüs rinse kit'le burnu yıkadım, açılmasını sağlamaya çalıştım.
  • Delfina'ya hep burnundan nefes alması gerektiğini söyledim, o tatlı cadı da dinledi.
  • Buhar aletini açtım rahat nefes alsın diye.
  • Yemedi, zorlamadım ama seçenek sundum (1-2 gün yememe normal sayılıyor).
  • Sarımsağı incecik dilimleyip zeytinyağında az pişirdim ve yağın içinde beklettim. Ardından ortaya çıkan sarımsak yağını kulağının içine 1-2 damla damlattım.
  • Suyunun içine az miktar yemek sodası koydum, suyu öyle içirdim.
  • Limonu sıkıp, içine az tuz koyup boğazdaki enfeksiyonu alsın diye içirdim.
  • Ateşle başetmesine izin verdim, ilaç vermedim. Ama bilinç seviyesinin açıp olup-olmadığına hep baktım. Gecenin 3'unde oturup kitap bile okuduk hatta.

Çok ama çok zor bir dönem hastalık dönemi. Ama doktorun verdiği korkuyla antibiyotiğe başlasaydım, önümüzdeki bir hafta antibiyotik kullanmaya devam edecektik. O yüzden damarlarımıza pompolanan korkuya bir dur demenin vaktinin geldiğini düşünüyorum. Bırakalım korkuları bir tarafa, ve iç güdülerimizle yolun bizim için en doğrusunu bulmaya çalışalım..Korkular karanlıktır. Sadece karanlıkta bilmediğimiz bir odada neyin nerde olduğunu bilemediğimiz için korkarız. Işıkları açınca içimiz bir rahat eder. Korku kültürünü de işte böyle yenmeliyiz... Bize öğretilmiş korkulara hayır demeli, alıp bisikletimizi bebeğimizle birlikte kırlara açılmalıyız. Hayata bir kez geliyoruz, korkularla donatıp hayatı daha az yaşanabilir hale getirmeye ne gerek?

Korku'nun zıddı nedir? Korkusuzluk? Olmaz! Korkuyla başlıyor yine kelime.
Korku'nun zıddı, Özgürlük müdür? Kendinden Emin Olmak mıdır? Nedir? Bir fikri olan?

Gerisi burda...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...