My photo
a utopist, a green, a free soul, a liberal, a young (well let's say 'a new' rather than 'young') mother, a rebel, a thinker, a smiler, a wonderer, a note, a butterfly, a rainbow, a nymph, a kite, a wave, a breeze from the sea, a purple soul, a chocolate-addict, a lover...

Friday 12 December 2014

Şekersiz pasta kreması ya da çikolatalı mousse

Delfina'ya bebekliğinden beri yemesi çok sağlıklı; potasyum, lif, A, D, E, K vitaminlerini ve antioksidan içeren; kansere karşı koruyucu ve kolestrol düşürmeye yardımcı olan avakado yedirmeye çalışıyorum faydalarından dolayı, ama tadını bir türlü sevemedi. Ben avakadoyu çok seviyorum özellikle süt intolaransı çıktığından beri kahvaltıda ceviz ve zeytinyağıyla karıştırarak peynir yerine avakadoyu severek tüketiyorum.
Geçenlerde İngilizce bir dergide çok güzel bir tarif buldum, biraz üzerinde oynadım ve sonuç harika. Hem Delfina içinde bol bol avakado olmasına rağmen bayıla bayıla yedi hem de yeni, şekersiz ve de başarılı bir tatlı tarifi bulmak beni mutlu etti. Bu tatlı benim Türkiye'de bir türlü bulamadığım ama İngiltere'deyken en sevdiğim tatlı olan çikolatalı mousse'a oldukça benziyor. Hem çikolatalı mousse hem de şekersiz pasta kreması olarak (özellikle doğum günlerinde) kullanılabilir.
Malzemeler: 
  • 2 avakado (soyulmuş ve çekirdeği çıkartılmış)
  • 1 olgun muz
  • 1 çorba kaşığı kakao (benim gibi kakoyu çok sevenler 2 kaşık koyabilir)
  • 1 çorba kaşığı süt kreması (sütü çiğ olarak alıp evde kaynatıyorum. Sütün üstündeki kaymaktan alıp koyuyorum)
  • Dilerseniz tarçın, vanilya da ekleyebilirsiniz.
Hepsini mikserden geçip, buzdolabında 4 saat bekletiyorsunuz. Servis yapılacağı zaman karışımdan bir kaseye koyup üstüne her kase için bir tatlı kaşığı bal (biliyorsunuz bala metal değmemeli, o yüzden tahta kaşıkla) koyup karıştırıp, şekil veriyorsunuz. Ya da pasta kreması olarak kekin üstüne sürebilirsiniz.

Biliyorsunuz Delfina ve ben çekirdekleri parklara, bahçelere, saksılara ekiyoruz, çöpe atmak yerine. Avakado çekirdeklerini de dikmek isterseniz iki çekirdek yanyana koyarak dikmek gerekirmiş, aklınızda olsun.
Afiyetle...

Sugar-free Chocolate Mousse Recipe

Avocado is a very nutritious and it is a delicious source of food. Here is a quick recipe for a healthy, sugar-free and delicious chocolate mousse:

  • 2 avocados (peeled and pitted)
  • 1 ripe banana
  • 1 tablespoon of cacao
  • 1 tablespoon of clotted cream
  • Vanilla or cinnamon (optional)

Beat them all and chill them in the refrigerator for four hours. When you serve it, add one wooden dessertspoonful of honey to each bowl and stir them again. Serve immediately. Enjoy!


Gerisi burda...

Monday 27 October 2014

Çocuk, Yaşam alanları, ve Mimari Üzerine

İstanbul bu; taşı toprağı altın derlermiş eskiden, şimdilerdeyse taşı toprağı beton. En küçük yeşil alanı, çevresinde yaşayanların sürekli olarak betonlaşmaya karşı koruması gerekmekte. Neden mi? Çünkü yaşamak için gerekli olan oksijeni beton üretmiyor bize. Çocuğumun fiziksel ve zihinsel gelişimi için bir avuç toprak ve yeşilden fazlasına ihtiyaç var. Bir de benim kalbim acıyor her bir ağaca balta vurulduğunda. Bir ağaç düşünün birçok 'can'a ev sahipliği yapıyor ki kendisi bir 'can' başta. Nasıl kıyılıyor canlara... Yere atılmış kesilmiş ağaç parçaları gördüğümde mahvoluyorum çünkü ben karşımda kesilmiş ağaç parçaları değil; canı kesilmiş cesetler görüyorum, pek çok kişiden farklı olarak. Hani altın yumurtlayan tavuğun hikayesini bilirsiniz. Her yer olsun altın yani para getiren beton; yiyecek yemek, soluyacak hava bulamadıktan sonra neye yarar o kadar para? Türkiye'nin bilmem neresine dikilen ağaç değil; yanıbaşımdaki ağaç bana oksijen sağlayan, yaşadığım yerde sel oluşumunu engelleyen.

İstanbul'da yaşamak beni son zamanlarda çok yormaya başladı. Biliyorum nereye gidersek gidelim sorunlar arkamızdan gelecek. Çünkü benim sorun olarak nitelendirdiğim birçok konu aslında çevre sorunları. Doğaya 'emanet' gözüyle bakarım, hep korunması ve sevilmesi gerek. Bilirim ki doğa, yani yaşam, insanoğlundan güçlüdür. İnsanoğlu ne kadar bozmayı, yıkmayı severse; doğa da o kadar yaratır tüm gücüyle. Bizim evin yanındaki apartman bir yıl önce yıkıldı, sonra birkaç ay boyunca boş kaldı arazi. Apartmanı yıkarken kestikleri ağacın orası bir baktım, beton yığınlarının arasından tekrar farklı bir bitki formunda çıkmaya başlamış. O kadar mutlu olmuştum ki... Sonra tabi inşaat kaldığı yerden yine başladı ve yerin iki kat aşağısına kadar toprak kazındı, iki kat yeraltına beton yaptılar; yağmur yağdığında suyu yüzey altına taşıyamayan, bir ağaca ev sahipliği yapmaya muktedir olmayan beton. Bizim oturduğumuz ev, yan taraftan farklı mı? Değil... İnsanlar dar alanda kısa paslaşmalar yapabilmek için beton üstüne beton yapıyorlar istiflenerek yaşayabilmek için.
15 yaşımda ilk kez İngiltere'ye gittiğimde ilk ilgimi çeken yolların benim yaşadığım şehre nazaran ne kadar boş olduğuydu; sanki ölü şehirdi Londra'nın ara sokakları. Nerde İzmir İnönü Caddesi'nin yoğunluğu nerde Londra sokaklarının sakinliği, yalınlığı. Sonra anlamıştım ki sorun kültürde değil; yapılaşmadaydı. İngiltere'nin büyük şehirlerinde herkes iki katlı (bizim hani köşk ya da konak diye tabir ettiğimiz, sadece zenginlere ait iki katlılar) evlerde yaşıyorlar; bizse üstüste, yanyana dizilmiş kibrit kutularını andıran evlerde. İzmir eskiden ne güzel evlerden ibaretmiş; hakeza Türkiye'nin birçok yeri. Ama sonra müteahhitçilik başlamış; geliri yüksek olmayanlar ya da daha çok gelir isteyenler iki katlı evlerinden vazgeçip istiflenmiş yapılarda yaşamak istemiş, gitgide avlular, cumbalı evler, konaklar, evin ihtiyacını karşılayan meyve ağaçları yok olmuş, her yere medeniyet (!) yani beton katlar, yollar gelmiş. Çocuklar apartman dairesinden dışarı çıkamaz, sokakta oyun oynayamaz, mahalleliyle iletişime geçemez olmuşlar.
Geçen hafta Delfina'mla birlikte Kitap Okuyan Çocuklar'ı temsilen 'Çocuk, Kent, ve Yerel Yönetimler Sempozyumu''ndaydık. Sempozyumdaki birkaç sunumu Delfina yanımdaki koltukta resim yaparken, yapışkanlarını (sticker) yapıştırırken az da olsa dinleme fırsatım oldu. Dinleyebildiğim sunumlardan Tezcan Karakuş Candan'ın Mimarı ve Çocuk üzerine yaptığı konuşmada vurgulanan ana konu yapılaşan şehirlerde çocukların güvenlik sorunuydu. Evet, ne çocuklar ne de aileleri yaşadıkları şehirde güvenli hissetmiyorlar kendilerini. Ben ilkokuldayken halama, bakkala, mandıraya, parka, sinemaya, şehir merkezine kendi başıma gidebiliyordum. Ama Delfina ilkokula başladığında bile tek başına Kadıköy çarşıya (ki otobüse binmesine bile gerek yok) yollayabilir miyim bilmiyorum. Kendimi yaşadığım şehirde güvensiz hissediyorum. Çocuklar da eminim kendilerini çok güvende hissedemiyorlardır. Hoş, geçenlerde akedemik bir ortamda bahsedilmişti; bir çocuk hangi ortamda doğarsa o ortam o çocuk için doğal sayılırmış. Geçenlerde düşünüyordum ben üniversite son sınıftayken Irak Savaşı başladı, aradan nerdeyse 11 yıl geçti. 10 yıl önce Irak'ta doğmuş bir çocuğun 'normal'i ya da gündelik hayatı 'savaş'. Bizim çocukların gündelik hayatı Irak'taki çocuklardan daha şanslı olsa da yine de güvende değiller. Ben yine bu şehirde bebek arabasını kaldırıma çıkarmaya çalışırken, ayak topuğum bir araba tarafından ezilip geçildi. Gazetelerin üçüncü sayfaları takip edilirse parklardan hatta okullarından kaçırılan çocuk hikayelerini bulmak zor değil. Şehrin birçok yerinde insani şartlarda yaşamayan mülteci çocuklar var, ve bizi konuyla maalesef tek ilgilendiren mültecilerin hangi hastalıkları beraberlerinde getirdikleri ve bizim çocuklara hangi asıların yapılması gerektiği. Şehirde ve şehir hayatında dengesiz ve çarpık yapılaşmanın getirdiği birçok sorun var. Ben ne zaman bir konuda 'sorun' görsem; sorunu oluşturan yapının insan doğasına uymadığından kaynaklandığını da beraberinde düşünürüm. Evet ister birey hayatına ister aile ve toplum hayatına dair bir çok sorun yaşıyoruz büyük şehirlerde çünkü bize sunulan ve bizim içinde yaşadığımız ortam insan doğasına uygun değil.


Delfina arkadaşlarıyla ormanda oynarken

Peki konuyla ilgili ne yapmalı? Sorun o kadar büyük ki neresinden tutsan elinde kalıyor ve çözüm süreci, sorunun büyüklüğüyle orantılı olarak, büyük güçler gerektiriyor. Benim birey ve bir anne olarak tek yapabildiğim çevremdeki yeşil alanlara sahip çıkmaya çalışmak. Validebağ korusu, evime en yakın, kızıma doğayla bağ kurdurtabildiğim bir yer. O yüzden Validebağ Korusu'nun betonlaşmaması benim için önemli. İşte tüm bu nedenlerden dolayı ailelerin ve bireylerin; yerel belediyelerin, ve de devletin duyarlı davranmasını bekliyorum.  Bize nefes alacağımız alanlar gerekli, daha fazla düğün salonu, apartmanlar, AVMler değil. Biber gazı yemeden, üzerimize vinç yürütülmeden, çözüm odaklı, medeni görüşmelerin olmasını umut ediyorum bu ülkede. Amaç particilik, partizanlık vs değil. Amaç yaşanabilir yaşam alanlarını elimizde tutmak. Umarım konuyla ilgili herkes duyarlı davranıp, birlikte sonuç odaklı çalışabilir, İnsan hayatı o kadar kısa ve Sultan Süleyman'a bile kaymamış ki dünya; biz ne yaparsak yapalım doğa tekrar doğar, kendini tekrar yeniler. İnsansa yarattığı kaos ve nefes alınamayan ortamda hızlıca hastalıklara yakalanır, kalitesi düşük bir hayat yaşar. Olacağı bu olur. İngilizce de bir ifade vardır ve ben ne zaman hoşlanmadığım bir yapılaşma görsem, kendimi rahatlatmak için şöyle derim: 'nature reclaims'. Yani doğa hakkı olanı tekrar alır, içine çeker, kaplar, tekrar doğar. Bununla ilgili örneklere bakmak isterseniz, bağlantıyı tıklayın


Gerisi burda...

Wednesday 23 July 2014

Sahi Serbest Oyuna Ne Oldu?

Bu aralar merak ediyorum çocukların serbest oyun, hayal kurma, ve evcilik oynama zamanına ve yeteneğine ne oldu diye...
Ben küçükken Urla'nın çamuruna batardım, arkadaşlarımla kurduğumuz 'çete' [ki bizim için çok havalı bir kelimeydi o zaman] vardı. Biraraya gelirdik, evcilik oynardık, düş kurardık, -mış gibi yapardık, çamurdan pekmez, çiçeklerden çorba yapardık, bisiklete binerdik, çiğdem çitler, komşunun yere düşmüş zeytinlerini tenekelere doldurmasına yardım ederdik, ağaca tırmanırdık, kırkayakları soluksuz izler, kurumuş yılan derileri ya da kirpi bulduğumuzda kendimizden geçerdik. Hele diz kapaklarımın kabuk bağlamış yarasız, morluksuz halini hiç hatırlamam. Sürekli sokaktaydık, gece 12'den sonra bile eve geldiğimiz olurdu. Günde 5-6 kez kıyafet değiştirmek zorunda kaldığımı hatırlıyorum çünkü hep kirlenirdi. Bana aktivite yapan, önüme malzemeleri koyan kimse yoktu. Zorlana annemden kumaş parçaları aldığımı hatırlıyorum bebeklerime kıyafet dolamak için [evet dolamak çünkü dikiş bilmezdim, maalesef hala bilmiyorum], eve gelip bisküvi alırdım acıktıkça, o bisküvilerle de oyuncaklarımın içinde 'yemek' yapardım. Kışları ise annem dışarıda 'hasta' olurum diye çıkartmazdı beni dışarıya, yakınlarda gidilebilecek ne park vardı ne de annemin beni beklemek için sabrı. Tüm gün ya annemin gün toplantılarından birinden diğerine gezerdik, ya da evde ablamların eve gelmesini beklerdim. Pek arkadaşım yoktu, ya da beni bir etkinlikten diğerine taşıyan birileri de. Bana ait kitaplarım yoktu, tek kitaplarım ablamlardan kalma bir-iki kitap, ya da onların 'büyüklere ait' kitapları. Bunları niye mi anlatıyorum? Şu an yine çocukluğumun en güzel günlerini geçtiği Urla'dayım, yanımda kendi kızım Delfina ve biri 6 diğeri 12 yaşında iki yeğenimle birlikte. Sürekli onlara oyun kurmam, kitap okumam, aktivite yaptırmam ve ilgilenmem gerekiyor onları. Aynı mekandaki kendi çocukluğumla onlarınkini karşılaştırıyorum bol bol ve ortaya çıkan manzara ruhumu sıkıyor. Öncelikle tatmin diye bir olay yok zamane çocuklarında. Dün tebeşir yaptık birlikte, ardından malzeme kuruyunca dün akşam tebeşirle çizilerek oynanan çok keyifli bir oyun gösterdim yakın bir zamanda Oyun Evim TV'de yayınlayacağımız. Benim çocukluğumdaki çocuklar olsak, bizi nerden baksan 1 saat oyalardı gösterdiğim oyun ama bizimkileri bir kere oynamak için motive etmek bile çaba sarfettirici. 2 kez oynadıktan sonra 'eeeee' dediler ve oynamayı bıraktılar. Sürekli aktiviteyi benim üretmemi bekliyorlar ve 'eeeeee' diyorlar. Şaka gibi ya da hafif ölçekli bir kabus gibi durum. Tatilde miyim yoksa tam-zamanlı animatör ve etkinlik düzenleyicisi olarak çalışıyor muyum belli değil.
Peki modern zamanlarda nerde hatalar yapıyoruz? Niye çocuklar bundan 20-25 yıl öncesine nazaran doyumsuz ve oyun kurmada affedin ama beceriksiz diyeceğim?
Biz büyüklerin yaptığı hatalar olduğu aşikar. Benim annemin beni büyütürken bu kadar çaba sarfettiğini hiç sanmıyorum. Doyuruyordu bizi, kıyafetlerimizi yıkayıp, ütülüyordu [ki evi temizlemeye küçüklüğümden beri hep yardımcı olmuşumdur] ama oturup bana aktivite filan yaptırmıyordu.

Geçen haftanın birinde arkadaşımı ziyaret ettim, çocuklar kendi aralarında oyun kurdular, biz de iki anne oturduk keçeden baykuş yapmaya koyulduk. Arkadaşımın eşi o sırada gelip şöyle bir yorumda bulundu: 'Siz kendiniz için mi yoksa çocuklar için mi yapıyorsunuz bu aktiviteyi'. Ben de dönüp 'tabii ki kendimiz için, çocukların önüne sürekli bir etkinliği sunmaya inanmıyorum, kendileri pek güzel oyun kurdular' dedim.
Çadır oyunu oynarken

Delfina çevremdeki pek çok çocuktan belki daha iyi oyun kuruyor ama bir yerlerde hata yaptığım aşikar. Belki de doğduğundan beri çok ilgilendim onunla, oyun çok oynadım. Belki de çocukları kendi haline bırakmak, çocuklarla çok ilgilenmemek daha iyi. Bir terim vardır belki duymuşsunuzdur: 'helikopter aileler'. Bu tarz aileler çocukları doğduğu andan itibaren hayatları boyunca çocuklarının etrafında fır fır dönerler. Ellerinden tutup çocuklarını okula götürürler, gün boyu kapıda onları bekler, ilerki yaşlarda sözkonusu üniversite bile olsa gidip çocuklarının öğretmenleriyle konuşurlar, tüm ihtiyaçlarını giderir, tüm sorunlarına çare olurlar. Helikopter ailelerin çocukları da bu yaşam ve büyütülme tarzına paralel olarak tek başlarına bir işi kotarma konusunda deneyimsiz ve sürekli ilgi ve alakaya muhtaç büyürler. Kanımca çok tehlikeli bir aile modeli bu, çocukların karakterlerini özgür bir şekilde geliştirmeleri konusunda. Ben sanırım tekne kazıntısı, kazandibi, son piyango olan, 4. ve son çocuk olarak bu ilgi alakayı hiç görmedim. Sadece ilkokulun ilk günü annem tuttu elimden, bir binaya götürdü, bak bu senin sınıfın, bu öğretmenin, bu da servis şoförün, okul bitince servise bin, eve gel dedi ve gitti. Çoğunluğu ağlayan 65+ tanımadığım yabancı çocuk ve bir öğretmen hanımla aynı sınıfta saatlerce durup, 'neden bu çocuklar ağlıyorlar, neden onların annesi kapıda onları bekliyor da benimkisi gitti' diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ondan sonraki yıllarda annem bir daha okula beni götürmedi zaten, sadece okulun ilk günü servis yok diye babam bırakırdı. O kadar. İlkokul 5'e giderken tek başıma Alsancak, Konak gezerdim, yine tek başıma sinemaya giderdim. Niye anlattım yine bunları? Şunun için: benim ailem asla benimle çok ilgilenen bir aile olmadı, yıllarca yurtdışında yaşadım, bir kere merak edip bu çocuk nasıl bir yerde yaşıyor diyerek beni ziyarete bile gelmediler. Hep yanımda oldular, bana destek oldular [ki buna minnettarım] ama çevremde fır fır dönmediler. Sonuç ne? Ben hep ayaklarımın üstünde birçok kıtada, ülkede ve ortamda varolabildim. Demek ki neymiş, bir çocuğun çevresinde de pek de dönmek gerekmiyormuş [çocuğun karakterine göre bu dediğim değişiklik gösterebilir]. Ha evet ben de isterdim keşke bana daha çok vakit ayırsalardı ama olmadı. Peki asıl sorun şu: ben kendi çocuğum için ne yapmalıyım? Ya da ilk soruya dönersek biz nerde hata yapıyoruz da zamane çocukları sürekli önlerine bir etkinlik konulsun istiyorlar ve hemen sıkılıyorlar?
Benim kendi kızım için yaptıklarım şöyle:

  • Onu elimden geldiğince arkadaşlarıyla buluşturuyorum, ve bir büyüğün kurgusu olmadan serbest oyun oynamalarını izliyorum.
  • Sokakta bizim çocukluğumuzda oynadığımız sokak oyunlarını öğretiyorum ve sonra arkadaşlarıyla oynamasını izliyorum.
  • Eve kurgunun olduğu oyuncakları sokmamaya çalışıyorum. Pek ala bebekliğinden kalma küpleri tencere olarak kullanabiliyor, illa da mutfak oyuncağına ihtiyacı yok [hediye gelenler benim iradem dışında gelişen oyuncaklar da olmuyor değil]. Geçtiğimiz hafta çok güzel bir yazı okudum: çocukların ihtiyacı olan ana oyuncaklar: ip, kutu, karton rulo, çamur ve sopa. Ben bunlara taş, bilye (nam-ı diğer meşe, misket), kürdan ve top ekliyorum. 
  • Hafta sonları ve hatta hafta içi ormana, doğaya kaçıyoruz. Elimizde büyüteçle solucan, yosun, deniz kabuğu inceliyoruz. Çocukların meraklı olması harika bir şey. Yine şu an yeğenlerimle Urla'da yaşadığım sorun en küçük bir böcek gördüklerinde bağırıp, kaçmaları. Halbuki Urla, doğanın harika bir parçası ve doğaya merak duyabilseler böceklerden kaçmayıp onları incelemek isteyecekler ve bulundukları ortamdan keyif alacaklar. Delfina'mla elimizden geldiğince sürekli doğaya kaçıyoruz ki o da araştırmaktan ve incelemekten, doğanın bir parçası olmaktan mutlu olsun. Ayrıca bir araştırmaya göre çocuklara gördükleri tüm ağaçları 'ağaç', tüm çiçekleri de 'çiçek', tüm böcekleri 'böcek' olarak nitelendirmektense doğadaki canlıları adlarıyla öğretildiğinde çocuklar öyle öğreniyor. Dün akşam eve girerken annem kırkayak için 'böcek' kelimesini kullandı, Delfina hemen ananesini düzeltti, o böcek değil dedi, sonra da benden onaylamamı istedi. Çocuklar harika varlıklar, onlara ne sunulursa hemen bilgiyi emiyorlar. O yüzden ben elimden geldiğince ve bilgimin yettiğince ona ıtırı, biberiyeyi, akşam sefasını, palamut ağacının yaprağını isimleriyle öğretiyorum. Bunun için Tübitak'ın çocuklar için hazırlanmış çıkartmalı kitapları var farklı ağaç, çicek, böcek vs. türlerini öğreten. Ben bile keyifle öğreniyorum, tavsiye ederim. 

Gerisi burda...

Sunday 25 May 2014

Bir Nefesin Değeri: Alerjik Astımlının Hali

Ben lisedeyken Andımız ya da İstiklal Marşı okunacağı zaman başka sınıflardan bir kız bir başlardı hapşurmaya, durdurabilene aşk olsun. Ben de acaba özellikle mi yapıyor diye düşünürdüm içimden çünkü hayatımda 3 kezden fazla hapşurduğum vaki değildi. Ne zaman ki İzmir'de geçen 18 yılın ardından İstanbul'a üniversite okumaya geldim (ki çok duymuşumdur İzmirliler İstanbul'a gelince astım olur) benim sayıları yüzleri, binleri bulan hapşuruklarım başladı. Tek başıma büyük bir şehirdeydim, ve böyle bir sağlık sorunuyla hangi hastane ya da doktora gidilir hiçbir fikrim yoktu [hoş hala bir fikrim yok sağlık konularında İstanbul'da o yüzden İzmir'e gidiyorum tüm sağlık sorunlarım için]. Dahiliye, KBB, göğüs hastalıkları derken 'alerjik astım' tanısı konuldu. Yıllardır hapşuruyorum, nefesim daralıyor, %90 tüm polenlere, çimene, toza [kütüphane aşığı olan ben çoğu kütüphanede uzun süre kalamıyorum], akla gelen birçok şeye alerjim var. Doğaya aşık ben ne zaman ki bir parka, ya da ormana gitsem sürekli hapşuruyorum ve gece itibariyle de soluk alıp verebilmem çok zor oluyor. Bahar ayları ise hep sorunlu. Özellikle aşığı olduğum Beşiktaş, boğaz hattına gitsem hayat çekilmez oluyor. Ama inadına kokluyorum çiçekleri, çıkıyorum doğaya, sarılıyorum ağaçlara... Peki neler yapıyorum, nasıl kontrol altında tutuyorum astımımı?

  • Evde kesinlikle duvardan duvara halı yok. Hatta mümkünse halı sadece mecburi yerlerde var. Salonun halısı %100 organik bambudan yapılma. Yüne de alerjim olduğu için özellikle yünlü ve sentetik halılardan uzak duruyorum.
  • Kitap raflarım kapaklı. Kitap tozları astıma iyi gelmiyor. Yatak ucu  kitaplarım komidinin ilk çekmecesinde saklı. Kitaplar günlük toza maruz kalmamalı.
  • Deterjan seçimi çok önemli. Nitekim çamaşır deterjanı olarak sabuncevizini keşfedinceye kadar neler çektiğimi Allah'la ben bilirim. Sabuncevizi %100 organik, doğal bir meyve. Yaklaşık 10 meyveyi 1 litre suda 20 dakika kaynatarak deterjanımı elde etmiş oluyorum. Ne zamanki market deterjanı+yumuşatıcısıyla yıkanmış çamaşır koklasam nefesim ciddi daralır. Yaşasın sabuncevizleri. Sabuncevizleriyle ilgili daha önceden yazdığım yazıya burdan erişebilirsiniz. Mutfakta da bulaşıklar için Amway [bulaşık deterjanı], Frosh [bulaşık makinası tableti], Klaar [parlatıcı] kullanıyorum.
  • Şunu farkettim: Ne zamanki işlenmiş, içinde katkı maddesi ya da E'ler bulunan bir gıda yesem astım düzeyim artıyor. İşlenmiş gıdada kullanılan birçok katkı maddesi ve gıda boyaları astımı tetikleyebiliyor. O yüzden yaşasın organik ve doğal beslenme!
  • Bol bol su içiyorum. Garip bir şekilde su içtikten sonra hep hapşuruyorum ama iyi de geliyor. Hapşurma dönemleri günlük içtiğim suyu ikiye katlıyorum.
  • Bana verilen inhaler ve turbuhalerları doktorların Türkiye'de reçeteye yazdıkları şekilde kullanmıyorum. İngiltere'de düzenli gittiğim astım hemşireleri bana spirometre'i nasıl kullanmam gerektiğini gösterdiler.
    Manuel Spirometer 
    Spirometre nefesiniz daralmış mı daralmamış mı onu gösteriyor. Muhtemelen yazıyı bir doktor okursa düzeltir beni yanlışım varsa ama bana vakti zamanında şöyle anlatılmıştı hapşurmanın ve nefes darlığının mantığı: astımlı insanların bronşçukları sağlıklı insanlarınkinden daha dar olur. Sağlıklı insanın da astımlı insanın da bronşçuklarına polenler, tozlar gider ama astımlının nefes yolu daha dar olduğu için nefesin geçeceği yer azalmış olur. İşte nefesin geçtiği yolun ne kadar darlaştığını ya da normale girdiğini spirometreyle ölçebilirsiniz. Burda spirometreyi medikallerde bulabilirsiniz diye düşünüyorum, birçok özel doktor spirometrenin bilgisayara bağlanmış haliyle test yapıyor ve bu test için para alıyor. Halbuki nefes sizin nefesiniz; nefesinizin nasıl olduğunu kendiniz de kontrol edebilirsiniz. Spirometre illa ki olcak diye de birşey yok. Ben şöyle ölçüyorum inhalera [symbicorta] ihtiyacım olup olmadığını: Öncelikle göğüs kafesimi ağzımdan nefes alarak büyük ve derin bir nefesle dolduruyorum ve tam olarak doldurduktan sonra ağzımdan veriyorum. Ciğerlerimden çıkan ses çok kötüyse bir puf symbicort alıyorum duruma göre günde 1 ya da 2 kez. Yılda kullandığım symbicort puf sayısı 5'i asmaz. Olur da öksürük varsa ve ciğerlerime doğru indiğini hissediyorsam Bricanyl kullanıyorum, onun da yıllık puf sayısı 10'u aşmaz. Bloğumda zaten öksürüğe ve hastalığa karşı neler yapmalı bol bol yazmıştım, önceki yazılardan yararlanabilirsiniz.
  • Zyrtex gibi bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçlara inanmıyorum ve kullanmıyorum. Sadece bir konferansa ya da önemli bir toplantıya katılacaksam ve toplantı sabahı hiç durduramadığım hapşuruklarım varsa zrytexi ya da muadilini bir kereliğine kullanıyorum kötü bir toplantı geçirmemek adına. Bu tarz ilaçların hiçbir yararı yok hatta zararı var diye düşünüyorum. Çünkü yaptığı hapşurtmamak; tedavi etmek değil. Nefes yolları yine toz ve polenle doluyor ama hapşurulmadığı için ciğerler temizlenmiş ve rahatlamış olmuyor. Hapşurmak iyi ki var ki ciğerleri temizliyor.
  • Hapşurma dönemi meditasyon ve içbarışıklığı önemli. Edebiyatta astımlı kişilerin toplumla uzlaşamamış  kişiler olması karakter tahlilinde bol bol karşımıza çıkan konulardandır. Meditasyon çok işe yarıyor, vücutla konuşmak, kendini rahatlatmak.
  • Kore'de sabah ve öğleden sonra polenlerin yoğun olduğu saatlerde insanlar ağızlarında maskeyle geziyorlar, kesinlikle çok mantıklı. Ama nedense ben kendimi ağzımda maskeyle gezme konusunda pek rahat hissetmiyorum ve hiç denemedim. Polenlerin aktif olduğu saatlerde evdeysem pencereleri kapıyorum ya da dışarıdaysam boynumdaki şalı burnuma ve ağzıma kapıyorum, özellikle Beşiktaş ve Boğaz hattındaki kavak ağaçlarının ve diğer ağaçların/çiçeklerin polenleri beni çok tıkıyor. Yoğun polene maruz kalınan bir günün ardından eve gelip duş alıp, burna bol bol su çekerek polenlerden kurtulmaya çalışmak da çok yararlı. Ayrıca Sinus Rinse Kit kullanılarak burun ters U şeklinde yıkanma suretiyle rahatlık sağlanabilir.  
  • ​Keçi boynuzu suyu içmek [tarifler bloğumda var] iyi geliyor, çünkü mukusu azaltıyor ama bunun oranını iyi tutturmalı, fazlasına gerek yok. Çünkü o mukus vücudun savunma mekanizması, fazla keçiboynuzu suyu alındığında mukus azalıyor.  Ama günde 1/4 bardak kaynatılmış keçiboynuzu suyu iyi geliyor.
  • Klimaları hiç sevmem hem gereksiz elektrik tüketimidir hem de tozlu hava üflediği için astımıma iyi gelmez.
 Benimkisi inadına yaşamak, inadına doğa, inadına nefes almak... Yukarıda bahsettiğim hayat tarzına yapılan küçük değişimler (deterjan, halı gibi) büyük rahatlıklar getiriyor. Hamilelik ve emzirme döneminde ben ilaçları hepten kestim ama hamileliğin son ayında İstanbul'a tekrar taşınmamla birlikte ciddi bir kriz geçirdim ve hastanede oksijen verildi. Bunun haricinde kızımın hayatıma gelişinin bana çok yaradığını söyleyebilirim. Hapşurma ya da nefes darlığı artıyorsa hemen o hafta hayatımda nelerin değiştiğine bakıyorum, ne oldu da tekrar geldi diye gözlem yapıyorum. Bana alerji yapan başka faktör var mı diye bakıyorum. Annem hep der: 'insan kendi kendinin doktoru olmalı'. Benim de yaptığım bu.  Hapşurmalarım sayesinde çevremde bulunanlar o kadar çok 'çok yaşa' diyor ki şaka maka sırf bu yüzden uzun yaşamazsam şaşmayın :))) Her hastalık bize birşeyler anlatmaya çalışır, ben çok şeyler öğrendim alerjik astım yolculuğumda. En önemlisi normalde farketmediğimiz nefesin ne kadar büyük bir nimet ve yaşam kaynağı olduğunu anladım. Her nefes için hamd ve varlığa şükür..

Şifayla, nefesle...
Gerisi burda...

Friday 4 April 2014

Biz gideriz ormana hey ormana!

Bugün cennetin içine girmiş gibi hissettim kendimi... Yoğun geçen, günleri çok çabuk tükenen hayatımda apayrı bir huzur dalgasına girdim.. Nerede? Belgrad Ormanı'nda... Dostlarla buluştuk, çoluk-çocuk piknik yaptık [bademin, meyvenin, sağlıklı yiyeceklerin ve çayın bol olduğu, çöplerin toplandığı bir piknik], oyunlar oynadık, ıslandık, çamura bandık, huzura erdik, yeşilde kendimizi kaybettik. Eve geldik ama bende öyle bir ruh hali var ki tekrar yaşamın o stresine giresim yok. 

Sanırım içimden bir can çıktığından beri doğaya olan düşkünlüğüm çok arttı. Eskiden de doğa derdim ama şehir hayatından da pek bir memnundum. Şimdiyse, 'niye şehirde çocuk büyütür ki insan' diyerek kendimi sorguluyorum. Ben ne yapmaya çalışıyorum, kendi hayatımı çalıyorum beton yığınları içinde çocuk büyütmeye çalışarak. 
Bir belgesel vardır: dünyanın beş farklı ülkesinde çocuklar nasıl büyüyor belgeseli. Ben Moğolistan'da çekileni izlemiştim ve çok etkilenmiştim. Biz büyük şehirlerde çocukların motor gelişimleri güzel gitsin diye, bir sürü paralar verip özel farklı dokularda kitaplar alalım, Moğolistan bozkırlarındaki bebe horozu elleyerek motor gelişiminin kralını yapsın! Eğer benim gibi yanınızda çocuğunuzu büyütürken size destek olacak bir anane, babane, dede, teyze yoksa; benim gibi şu soruyu sorabilirsiniz kendinize: 'neden şehirde çocuk büyütmeye kalkıyorum ki!' 
Arkadaşlarıyla çamurun ve çayın içinde

Bugün Belgrad Ormanı'nda, ardından Zekeriyaköy'deki bir çiftlikte Delfina o kadar keyifli zaman geçirdi ki.. Onun mutluluğu bana ayrı bir huzur kattı. Doğal yaşam alanları ne kadar özgürse, şehir hayatının da bir o kadar bir sürü saçma sapan kuralı var. Hatırlıyorum Delfina 1.5-2yasındayken bile sayısız kere mikroplarla ilgili ona ders verdiğimi. Çocuk görmüyor ki mikrobu filan, neyin kafasıdır ki anlattım bin kez bakterileri, mikropları, otobüsün heryerini elledikten sonra ağzına elini koymamasını. O yaşta çocuk hiç bu kadar soyut ve gözle görünmeyen bir kavramı anlar mı hiç! Ama orman, köy, doğa öyle mi ya... Ne anne yıpranıyor, ne çocuk hapise konulmuş bir çocukluk yaşıyor! Çok iyi hatırlıyorum küçüktüm, ablam ve abilerim okula giderdi, ben annemle tüm gün evde kalırdım, park filan da yoktu öyle düzenli gittiğimiz. Varsa yoksa ev gezmeleri. Amerikan çamuru adı altında oyun hamuruna benzer bir malzeme satılırdı kırtasiyelerde, işte ev gezmelerinde onlar benim kurtuluşum olmuştu. Belki de o yüzden seramik ve çini bende tutku oldu ilerki yıllarda.. Benim çocukluğum evde, yani bir nevi hapiste geçmişti o soğuk günlerde. Yazın ve pazarları gittiğimiz Urla ise cennetimdi. Ağaca tırmanırdık, tulumbadan su çekerdik, ufak karpuzları elimizle duvara çarparak parçalayıp, mahallenin çocuklarına [ya da nam-ı diğer çeteme] paylaştırıp yerdik, ağaca tırmanırdık, komşuların yere düşen zeytinlerini toplayıp tenekelere doldururduk, karnımız acıkınca bahçeden domates toplayıp yerdik, çiçeklerden 'çorba', çamurdan 'köfte' ve 'pasta' yapardık, bahçenin etrafındaki kaplumbağaları, yılanları, yarasaları, arıları, karıncaları incelerdik. Ne güzel bir çocukluktu yazın yaşadığım çocukluk, ne korkunç bir çocukluktu kışın yaşadığım çocukluk. 
Delfina doğduğundan beri hep saray saray, müze müze, sergi sergi gezdik. Biraz büyüdü park park, orman orman gezdik. Sabah 9'da çıkıp akşam 9'da eve girdik. Nerdeydik? Tabi parklarda! Hem de öyle bir saat iki saat değil, tüm gün. Çocukluk dediğin oyun kurarak, eğlenerek, gülerek, keyifle yaşanmalı... 
Ağaç gövdesinde resim

Bugün cennetten bir gün çaldık yeşillenmiş ağaç dallarının altında, kurumuş meşe palamudu yapraklarının üstünde. Kiwi kuşu gibi yerde kurtçuk aradık, ağaç gövdesinde resim yaptık, akan çayın içinde zıpladık, ıslandık, saklambaç oynadık. Ama yılda ayda yaşanılan kuralsız ve doğa dolu bir gün yeter mi tüm hayatı mutlu ve özgür kılmaya?
Beni en çok yaralayansa ormanın sesini biz dinlemeye çalışırken kuş seslerini bastıran elektrikli testere, helikopter ve inşaat sesiydi. Hani Narnia'da, Harry Potter'da ve birçok kitapta vardır ya korku dolu bir bekleyiş... Kötülüğün gelmesinden korkarsın, elindeki mutluluğun gitmesinden dehşete kapılırsın... öyle bir korku işte yemyeşil ormanda duyulan bir testere sesi... Velev ki ağaçlar kesilmiyor da, budanıyor olsun... Zaten niye insanoğlu ağaçları budamak ister ve bunu nasıl olur da ağaçların iyiliği için yapar ben anlamıyorum. Dallar ağaçların bir parçası, başka canlılar gelip insanın kollarını kesse iyi mi olur? Niye biz ağaçların uzuvlarını kesmeyi kendimize bir görev biçmişiz ben anlamıyorum, bu zihniyeti de anlamıyorum ki ağacın canına kıymak isteyenlerden hiç bahsetmeyelim... Bu öyle bir konu ki varlığı beni ne kadar mutlu ediyorsa, varlığının yokolması ya da yokolma ihtimali beni o kadar derin dehlizlere sokuyor..
Ben hayal ediyorum ve umut ediyorum...
Yeşil ve mavinin engin olduğu bir dünya hayal ediyorum ve umut ediyorum...
İnsanoğlu, umarım elindeki tüm yeşil alanları betona, mavi alanları çöplüğe çevirdikten sonra hayatı boyunca hep altın isteyen ve değdiği herşey altına döndükten sonra [ki bu onu nasıl da mutlu etmiştir] yemek bulamadığı, altını da yiyemediği için altının değerini sıfırladığı adamın hikayesini yaşamaz.
Hayal ediyorum, umut ediyorum... Kendim, çocuğum, tüm çocuklar, insanlık için...
Hayal ediyorum, umut ediyorum.
Teşekkür: Bu günü güzel, özel dostlara ve hatta mümkün kılan Senem'e, Özlem'e, Mine'ye ve ayakkabılarını Delfina'yla paylaşan Masal Kız'a sevgiyle... Ne iyi yaptık bugün...
Öneri: Eğer çocuklarınızla ormana gidiyorsanız, yanınıza ıslanmayan pantalon, lastik çizme/yağmur ayakkabısı, yedek kıyafet, büyüteç, su, muz gibi tok tutacak meyveler ve bademgiller almayı unutmayın. Keyifle...
Gerisi burda...

Monday 24 March 2014

Emek emek İnteraktif Çocuk Kütüphanemiz Kadıköy'de Açıldı!

Aralık 2012'ydi Emziren Anneler'den bir anne, grupta Üsküdar'da varolan bir çocuk kütüphanesinden bahsetmişti. Ben de heyecanlanıp, 'neden bu tarz yerler Türkiye'de yok, yurtdışında ailelerin çocuklarıyla gidip ücretsiz olarak vakit geçirip, sosyalleşebilecekleri yerler var. Biz de birlik olursak, böyle yerlerin oluşmasını sağlayabiliriz' demiştim. Çok net hatırlıyorum, bir kişi hariç herkes 'burası Türkiye, burda böyle şeyler olmaz' dedi. Bir imza kampanyasıyla yola çıktık. Yine Emziren Anneler'den sevgili Dalya Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk'ten bizim için randevu aldı. Gidip projemizi sunduk, sayın başkan da 'projeye tam destek' verdiğini söyledi. Bu, suya atılan ilk taştı. Ondan sonra sürekli olarak proje için çalıştım. Her sabah 5'te kalktım, Delfina'nın uyuduğu tüm zamanlarda proje için gece-gündüz demeden çalıştım. Boş vakitlerimizde varolan kütüphanelere gittik. Kütüphane müdürleri, belediye başkanları, Milli Eğitim müdürleri, okul müdürleri,  kaymakamlar, bakanlıklar, belediyeler gidip projeyi sunduğumuz yerler... Toplantılara Delfina'mla gittim, yanımızda diğer anne ve çocuklarla. Önümüze hep bürokratik engeller çıkıyordu, o yüzden eğer bize bir mekan vermezlerse; parklar-pazarlar ne güne duruyor dedik ve organik pazarlarda, parklarda 'kitap çemberleri' oluşturmaya başladık. Pazardaki soğan, havuç kuklamız oldu; parklarda İngilizce-Türkçe kitap okumaları yaptık, deneyler yaptık, geri dönüşüm materyallerinden oyuncaklar yaptık. Geçen yaz İBB projeye bir gezici kütüphane tahsis etti derken geçen sonbahar imza kampanyalarının hızını arttırdık. İmzalar 10,000'i aştı. Yağmurlu bir gün, yağmur çamur demeden gittik Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk'e bize bir yıl önce vermiş olduğu sözü hatırlattık, imzaları beyaz bir ayakkabı kutusunun içinde teslim ettik. Başkan makam kapısını açtığında biz kapısının önünde sevgili Şule Şenol'la birlikte ahşap topaç çeviriyorduk :) Başkan, 'bugün yer bulun, haftaya açayım' dedi. Biz toplantıdan ayrıldıktan sonra, nerede bulacağız uygun mekanı diye içimiz pırpır etti. Birkaç gün sonra güzel haber geldi. Başkan bize Kadıköy'ün ve İstanbul'un en güzel parklarından Özgürlük Park'ında [ismi gibi güzel] yer tahsis etmişti. 80 metrekarelik prefabrik yapı parka getirildikten 3 hafta gibi kısa bir süre içinde kütüphanenin mobilyalarını, oyuncakları, rafları, rafların içine gelecek kitapları tek tek seçtik, alımlar yapıldı ve 19 Mart 2014 Türkiye'nin ve Kadıköy'ün ilk İnteraktif Çocuk Kütüphanesi'nin açıldığı tarih oldu. Kurdelayı Başkan, Delfina'yla kesmeden önce, beni de yanına çağırdı ve açılışı üçümüz birlikte yaptık. 

Gururlanıyor muyum? Hayır! İçimde bir hayalin gerçekleşmesinin getirdiği, insanlara faydalı olmanın getirdiği tarifsiz mutluluk ama gurur değil. Benim kafamdaki daha yapılacak ne kadar çok işin olduğu. Okul öncesi eğitimde ciddi bir boşluk var ülkemizde. 'Çocuk kütüphaneleri' adı altında, benim hayal ettiğim Kitap Okuyan Çocuklar Projesi sadece kitapların olduğu bir kütüphaneden ibaret değil. Bu kütüphane, bir interaktif öğrenme merkezi. Sadece çocukların da değil; ailelerin öğrendiği bir merkez. Sorular geliyor, 'biz çocuklarımızı buraya bırakıp gidemez miyiz' diye. Hayır efendim, çocukların size ihtiyacı var. Güzel ve kaliteli vakitler ailenin varlığıyla oluyor, birilerin çocuklarınızı eğlendirmesiyle değil. Bu kütüphanede aileler çocuklarıyla nasıl vakit geçirmeleri gerektiğini öğrensinler; çocuk gelişimi, psikolojisi üzerine kendilerini geliştirsinler. Aileler kendilerini çocukları için geliştirsinler ki torunları olduğunda torunlarının yaratıcı bir şekilde gelişmelerini sağlayacak tüm bilgileri olsun; böylece kuşaklar boyu aileler çocuklarını keşfeden, merak eden, öğrenmekten keyif alan, yaptığı işten keyif alan bireyler olarak yetiştirsinler ve işte o zaman umut dolu günler tüm ülkeyi sarsın.. Okul öncesi dönem, toprağın işlenme dönemi. Çocuğa bu dönem istediği ilgiyi 'doğru bir şekilde' vermek, gelişimine yardımcı olmak, çocuklara bırakılacak maddi mirasın çok ötesinde bir yatırım.
Anne kız
Binbir emekle açılan kütüphanemizde
Geçen gün bana takılan oldu 'Esra Hanım, Delfina için ne işler açtınız başınıza' diye [kütüphaneyi kastederek]; ben de dedim ki 'sadece Delfina için değil; Delfina kütüphanedeki herşeye sahip. Bu, tüm çocukların da böyle bir dünyası olsun diye'. Gerçekten öyle.. Umut ediyorum ki aileler çocuklarlarına daha çocukları 'tohum'ken, 'filiz'ken değer verip, onlarla birlikte zaman geçirirler, onların keşfetme ve öğrenme isteklerini arttırırlar. O kadar acı ki yaptığı işi sevmeyen, yaptığı her işi söylenerek yapan 'büyük'lerin olması. O büyükler muhtemelen mutsuz, çünkü hep keşfetme duyguları bastırılmış, bir soru sorduklarında 'sen sus, küçüksün, bilmezsin' denilmiş. Örselenmiş bir çocukluktan daha kötü ne olabilir..
Yüzleri, kalpleri, ruhları hep gülsün çocukların... Aileler çocuklarını hep öğretmene, bakıcıya, psikoloğa, doktora paslayacakları bir varlık olarak görmesinler. Onlarla vakit geçirsinler ve nasıl vakit geçirileceğini de kütüphaneye gelip öğrensinler, diğer ailelerle bilgilerini paylaşsınlar...Çocuklar, aileleriyle güvende hissederler kendilerini...Kitap Okuyan Çocuklar ülkemin her köşesinde olsunlar, hem aileler hem çocuklar için olan çocuk kütüphaneleri her mahallede olsun. Nasıl ki bundan 100 yıl önce anaokulu diye bir kavram yoktu, herkes mahallesinde büyütüyordu çocuklarını.. Diliyorum ki yakın bir süre sonra  interaktif çocuk kütüphaneleri her mahallede olsun, aileler mahallesindeki diğer çocuklu aileleri tanısınlar, birlikte keşfetsinler, paylaşsınlar, öğrensinler..
Ben hayal ettim, suya bir taş attım. Dalgaların ne kadar çoğalacağı diğer ailelerin elinde..
Sen de mahallende, bir interaktif çocuk kütüphanesi istiyorsan; yerel yönetime baskı yap, konuş, anlat, diğer ailelerle örgütlen, imza kampanyası başlat. Önüne ilk çıkan engelde pes etme, ya engelin üstünden atla; ya da engelin çevresini dolaş.
Kitap Okuyan Çocuklar Projesi için neler yapabileceğini bize yaz, gönüllümüz ya da il/çe sorumlumuz ol:
iletisim@kitapokuyancocuklar.org 
Kitap Okuyan Çocuklar'ın logosunda, kitabın yani ilimin-bilimin içinden çıkan bir balon görürsün; işte o umut balonu... İnsanı çok yukarılara çıkarır; kalbimini mutluluk ve yaşamla doldurur..İşte ihtiyacımız olan da bu değil mi?
Sevgi ve umutla
Teşekkür: Proje boyunca birçok yardım edenimiz, destek verenimiz oldu. Ama bir dost var ki özellikle ismen teşekkür etmek istiyorum. Bu yola ilk çıktığımda yanımda olan, benimle toplantılara gelen, çok büyük bir destek olan, uzun süre projenin Yardımcı Koordinatörlüğünü yapmış olan Aylin Kök Aydın. Aylin artık çalışmaya başladığı için projede eskisi gibi aktif çalışmıyor. Çok iyi bir yol arkadaşı Aylin, Delfina'nın kankisi Arın'la birlikte... Teşekkürler Aylin... Açılışta neden birlikte çekilmiş bir fotoğrafımız yok bilmiyorum, şaşkınlık ve yoğunluktan olsa gerek..
Umarım bundan sonra da Aylin gibi profesyonel gönüllü arkadaşlar yanımızda olur, birlikte nice güzel işe imza atarız.. 
Gerisi burda...

Wednesday 5 March 2014

Çekirdek Duygular

Bugün Delfina'm, anaokulundayken birden ağlamaya başladı ve bana gelip bir arkadaşının onu ittiğini o yüzden ağladığını söyledi. Ben de ona 'peki arkadaşına gidip, bu durumun seni üzdüğünü ve ona bir daha öyle yapmaması gerektiğini söyledin mi' diye sordum. Bu soruyu sorarken esasında kendimin de aynı durumda olduğunu ve benim de hala büyümediğime karar verdim. Dün benim de kalbimi kıran olaylar oldu, ve eve geldiğimde ağladım. Ve aradan bir gün geçmiş olmasına rağmen beni rahatsız eden olayı gidip beni rahatsız eden kişiye söyleyemedim. Bununla yüzleşemedim. Demek ki ben de Delfina'nın karşılaştığı durumu ilk yaşadığımda bana ne yapmam gerektiği konusunda benimle konuşulmamış, hislerimi ifade etmem sağlanmamış. Ya da bunlar yapılmış olsa bile [ki sanmıyorum] ben büyüyememişim.. Ya da büyümek ne demek..? Demin Delfina'ya Cat in the Hat'i okuyordum. Kitapta hayattan zevk almak, hayattaki komik şeyleri bulmaktan bahsediyordu. Ben bunu nasıl yapacağımı bilemediğimi uzun zamandır farketmiş durumdayım. Hayatta sadece renkleri ve mutlu/suzluğu görüyorum ama hayatın komik yanlarını bulup, hayata farklı bir gözle bakmayı bilmiyorum. Çoğunlukla durum böyle. Hayattan zevk almak bana ailemin öğrettiği bir olgu değil maalesef. Ben bu açığı Delfina'yı büyütürken kapamaya çalışıyorum. Onu büyütürken hayattan zevk almayı öğrenmeye çalışıyorum. Çocukluktan gelen o kadar çok öğretilmiş duygu var ki bizi kaplayan.
Hayat kucaklama ve vedalarla dolu..
Her bir an bir kucaklama..
Varlığı ve yokluğu kucaklama..

Geçen ay Yeni Zelanda'daydık Delfina'nın babanesini, halasını, dedesini ve kuzenlerini ziyaret ettik. Havalimanından ayrılırken Delfina büyük bir olgunlukla gidip vedalaştı ve arkasına bakmadan uzaklaştı. Ben ise her zamanki gibi ağlıyordum ailemizden ayrıldığımız için, onları uzun bir süre göremeyeceğimiz için. Ama 3.5 yaşına yaklaşan Delfina vedalaşıp, hayatına devam etti. Ben 99'dan beri göçebe yaşadım, sayısız yolculukta sayısız vedalaşma.. Hepsinde de ağladım. Hepsinde özledim. Aradan 14 yıl geçmiş ama bende değişen bir duygu yok. Her seferinde ilk seferindeki gibi ağlıyorum. Nasıl bir öğrenmişliktir bu?
Hep derim tam keşiflerle dolu bir çocukluktan çıkıyoruz, hayatın rutinine başlıyoruz; ebeveyn olma zamanı geliyor. Ebeveyn olmak yolumuzda varsa da çocuğun hayata girişiyle birlikte keşifler tekrar başlıyor ve daha önce hiç keşfetmediklerini keşfediyor insanoğlu.
Hayat keşiflerle dolu, her köşede bir tılsım gizli.. Çocukluk nasıl bir dönemse tüm yaşamın çekirdek duyguları dikili. Çocukluğunda ne yaşarsa bir birey tüm hayata bakışı değişiyor..

Gerisi burda...

Tuesday 4 March 2014

Bir şişe sirke nelere kadir!

Sirkenin faydalarını çok duymuşsunuzdur, ben de sirkeyi çok sevip, günlük hayatta çok kullananlardanım. Seyahate çıkarken yanıma aldığım ana malzemelerden hatta.Neden mi? Çünkü sirkeyi
Koltuk altı için roll-on: Koltuk altında oluşan ter kokusuna birebir. Bazı insanların ter yapısı farklı olduğu için sirke yerine karbonat kullanmaları gerekebilir. Giyinmeden önce bir kez koltukaltıma spreyliyorum ve ter kokusu oluşmuyor. Malumunuz piyasadaki roll-onlar terlemeyi önlediği için (anti-perspirant) koltukaltında beze oluşumuna neden oluyor. Vücudumuzun terlemeye ihtiyacı var, bunu baskılamak sadece sağlık sorunu oluşturuyor. Halbuki sirke orda kötü kokuya neden olan bakterinin oluşmasını engelliyor.
Saç açıcı (saç kremi niyetine): Yıkandıktan sonra sirkeyi saçınıza spreyleyin ve tarayın. Saçınızın anında açıldığını ve yumuşadığını göreceksiniz. Herkes koku olmuyor mu diye soruyor, ilk sıkarken tabii ki sirkeyi kokluyorsunuz [ki ev yapımı sirke bence çok güzel kokuyor] ama 15 saniye sonra kayboluyor koku. Ayriyeten sirkenin olduğu saça bit gelmiyor diye de duymuşluğum var, ama referansım yok.
No-poo diye bir teknik var saç yıkamada. Bu tekniği kendim denemedim [en kısa zamanda deneyeceğim] ama şöyle: bol kimyasallı piyasa şampuanı kullanmıyorsunuz saç yıkarken, onun yerine 1 çorba kaşığı karbonatı bir bardak suyun içinde eritip, saçınızı karışımla yıkıyorsunuz. Ardından yine aynı şekilde 1 çorba kaşığı elma sirkesini bir bardak suyun içine karıştırıp saçınıza döküyorsunuz, böylece saçlarınız bir nevi kremlenmiş yani yumuşamış oluyor. Daha çok bilgi için, tıklayabilirsiniz.
İdrar yolları enfeksiyonunda, daha doğrusu onunla birlikte gelen vajinal kaşıntıyı yokedici. Taharet esnasında vajinal bölgeye sirkeyi spreyleyin, sizi rahatsız eden kaşıntının hemen yokolduğunu göreceksiniz.Her üç kadının biri bu sorunla karşı karşıya ve çözümü bu kadar basit. 
Kıl kurduna karşı taharette kullanarak etkili bir ilaç.
Boğaz ağrısı olduğunda gargara olarak kullanılan bir ilaç: bunu mecburi kaldığımda kullanıyorum, çünkü sirke boğazı biraz tahsis de edebiliyor. Sirkeye başvurmadan önce karbonatlı ya da tuzlu su daha iyi bir alternatif.
*Yola çıkmadan önce ucuz parfüm satan dükkanlardan edindiğim cam şişenin içine koyuyorum ve nereye gidersem yanımda taşıyorum. Sirkenin elma sirkesi ve organik elma sirkesi olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü marketten alınan şirkelerin asit oranı %20'yi geçenlerinde petrol türevinden yapılmış olma ihtimali varmış ve de market sirkelerinin hepsinde potasyum koyuyorlar. Yeri geldiğinde yüzlerce lirayı bir kozmetik ürününe verebiliyoruz, varsın sirke en kalitesinden olsun bu kadar mucizevi özellikleri birarada barındırdıktan sonra :)

Sirkeyi evde de yapabilirsiniz! 

Hazır elma mevsimi geldi [bu yazıyı yazmaya ilk başladığımda gelmişti, ama internette okudum ki muzdan bile sirke yapan varmış, o yüzden mutlaka denemeli]. Eğer organik elmaların kabuklarını soyup atıyorsanız, ya da elmalar bozulmaya başladıysa [küf hariç, küf varsa sirke olmaz] başladıysa sakın atmayın:
Benim elmalarım sirke oldu bile
Şimdi sıra süzmede ve
şişelere koymada

  1. İster elmanın sadece soyulmuş kabuklarını, ister elmaları 6-7 parçaya bölüp su dolu bir cam şişenin içine doğrayıp koyun,
  2. İçine birkaç nohut atın,
  3. Arzuya göre bir silme çorba kaşığı şeker ya da bal, 
  4. Bir çay kaşığı tuz 
  5. Güneş alan (ama direkt güneş ışığı değil) bir yerde 6-8 hafta arası bekletin.  

Tadına bakarak sirkenin olup olmadığını anlayabilirsiniz. Sirkenin üstünde küf olursa, o sirke tutmamıştır. Eğer beyazımsı bir tabaka varsa, hiç sorun yok. Hatta o beyazlık sirke anasının oluştuğunu gösteriyor,  bir sonraki sirke yapımında kullanın. Organik elma kullanın demedeki neden market elmalarını hemen bozulmasın diye parafinle spreyliyorlarmış diye duydum.
Sirkenin faydaları saymakla bitmiyor esasında:
Kemik erimesi ve vücut ağrıları için her gün aç karnına [sabah ve akşam] bir tatlı kaşığı organik elma sirkesini bir çay bardağı oda sıcaklığındaki suya ekleyip, balla tatlandırıp içmek iyi geliyor.
Temizlik sıvısı: yapmak çok kolay. Bir ölçü sirke, üç ölçü su, karıştırıp sprey şişesine koyun ve mutfak ve tuvaletlerde kullanmak için harika bir temizlik malzemesi. Tıkanmış lavabo içinse tek ihtiyacınız olan karbonat, sirke ve sıcak su. Kimyasallara gerek yok, güzelim deniz canlıları için denizlerimiz kimyasalsız kalabilir, bu bizim elimizde.
Halı silerken deterjan yerine sirke koyarsanız halılarınız hem parıldar hem de bakterileri öldürür.
Çocuğunuz koltuğun üstündeyken çişini tutamadı ve koltuğa mı işedi? Hemen sirkeli su, bakterileri güzelce öldürüp, kötü kokuyu önlüyor.
Salatalara koyup yemek pek şifalı.
Ve daha neler neler...
Marketler temizlik, vücut bakımı için kıyamet gibi ürünle dolu ve bu ürünleri aldığımızda ortaya çıkan kıyamet gibi plastik çöplükleri, kirlenen su kaynakları vs. Halbuki hayatı kirletmeden, doğal yaşama yük olmadan yaşamak basit. Böylelikle saatlerce süpermarketlerde vakit harcamak da yok. Son olarak da sirkenin kullanım alanlarını gösteren bir video.

Gerisi burda...

Thursday 27 February 2014

Su Tasarrufu Üzerine

Başka kültürlerde gezerken hep gözlemlediğim hayat sıvısıdır su. Su üzerine daha önceden de yazmıştım. Ama iş ciddiye bindi. İstanbul'da birkaç yılda bir popüler olan konu tekrar gündemde: Su sıkıntısı. Eskiden insanlar sanırım suyu kuyudan taşıdıkları için, harcarken de düşünerek kullanırlarmış. Ama şimdi öyle mi, hele çocuklar açıyorlar musluğu bol bol oynuyorlar suyla. Suyun yolculuğunu düşünüyorum da... Nehirler özgür akamıyor insanoğlu için. Bir yerde hapsediliyorlar. İlk zamanlarda suyu nehrin aşağısında bekleyen canlılar su bulamadıkları için ya ölüyorlar ya yaşam bölgelerini değiştiriyorlar. Ve böylece su borulardan geçerek evimizin musluğuna geliyor. Biz de şakır şakır açıp kullanıyoruz, yine varlığın kökenini sorgulamadığımız için.
Yeni Zelanda'da bir nehir

Bu seneki Yeni Zelanda yolculuğumuzda Delfina'nın halasında kaldık. Yeni Zelanda dünyanın ucunda bakir ve kendi halinde bir ülke olduğu için hala gönül rahatlığıyla yağmur suyunu kullanıyor, endüstriyel ülkelerin aksine. Mesela ben yağmurda ıslanmaya bayılırım ama Güney Kore'de yağmurdan ıslanmamak için elimden geleni yapıyordum, çünkü Çin'den Kore'ye gelen rüzgarlar Çin'in fabrikalarından endüstriyel, zararlı partikülleri taşıyorlar ve yağmur yağdığında asit yağmuru etkisi yapıyor. Türkiye'de de dikkat edin ne zaman yağmur yağsa, arabaların üstü toprak içinde kalır. Yeni Zelanda'da Auckland gibi şehirler haricinde yaşayan her evin genelde bir ya da iki tankı yani su haznesi oluyor. İnsanlar o yüzden yağmurun yağmasını dört gözle bekliyorlar. Delfina'nın halasının evinde sadece 1 tank var ve onlar 5, biz 3, toplamda 8 kişi bir evin içinde olduğumuz için suyu idareli kullanmamız gerekti. Mesela ne yaptık? Şimdi yazacağım konu kimsenin hoşuna fikir olarak gitmez muhtemelen ama durum basit: tuvaletin sifonunu çekmemek! Evde neyseki iki tuvalet vardı ve bir tanesi sadece bizim kullanımımızdaydı. O yüzden büyük abdest (garip bir mecazi kullanım) ya da herhangi bir kötü koku durumu yaşanmadıkça sifonu çekmedik. 
Delfina bulaşıkları yıkarken
İngiltere ve Yeni Zelanda gibi birçok batı ülkelerinde bulaşıklar şöyle yıkanır: önce yemek artıkları tabaklardan alınır. İki lavabo vardır. Biri aşırı sıcak su ve deterjanla doludur, ikincisi saf suyla. Bulaşıklar önce sıcak suda fırçalanır, ardından diğer suya batırılıp, çıkartılır ve bulaşıklığa konulur. Kimi zaman tabakların üzerinde hala deterjan köpüklerini görebilirsiniz, bunun için de kurulama beziyle kurularlar. Ben ne zaman Türk usulü bulaşık yıkasam herkes 'çok fazla su harcanıyor bu yöntemle' diyor. Sadece Türk usulü değil mesela Avustralya'ya giden Yeni Zelandalı arkadaşlar şikayet ediyorlardı, bu Avustralyalıların bulaşık yıkarken harcadıkları su inanılır gibi değil diye. Ben de sizin yöntemde de bulaşıklar deterjanlı kalıyor, sonra yemek koyuyorsunuz ve deterjanı yemiş oluyorsunuz deyince, kafalarında birden ampul yanar, empati kurar gibi oldular. Nitekim bizden daha az su harcadıkları kesin. Benim Türkiye'deki gözlemlerim insanların bulaşık makinası için bulaşıklarını temizlerken çok fazla su harcadıkları yönünde. Ben makinaya koyacağım bulaşıkları lavabonun içine istiflerim. Ardından tencere, tahta kaşık [tahta kaşıkların makinaya konulmamaları gerek, çünkü kaşıktaki bakteri oluşumunu arttırıyor] gibi elde yıkamak gereken bulaşıkları, istiflediğim bulaşıkların üzerinde yıkıyorum. Böylece tencereyi yıkamak için kullandığım su ve deterjan, istiflediğim bulaşıkları da bir nevi arıtmış oluyor, basit fırça darbeleriyle de bulaşıklar makina için hazır hale gelmiş oluyor. Böylece ciddi miktar su tasarrufu yapmış oluyorum, tavsiye ederim. Suyu nasıl tasarruflu kullanabiliriz konusunda bu yazıdan yararlanabilirsiniz. Su hayatın özü. Susuz bir yaşam düşünülemez bile. Ama biz değer vermezsek, kıymet bilmezsek, suyu çeken/çağıran ağaçları katledersek, daha çok ağaçlandırma yapmazsak, birçok zehirli gaz salınımlarında bulunursak, kendim ve tüm çocuklar için bir korkum var 'doğa öcünü alacak'. Bu kadar sonsuz zenginlik içinde yaşıyoruz: nefes alacak havamız var, hala içecek suyumuz var, doğan ve bizi ışıtan/ısıtan güneşimiz var.. Hepimiz çok zenginiz, umarım bu zenginliğe yakışır davranırız bizi zengin edenlere...
Peki bir beyin fırtınası yapmak gerekirse, sizler neler yapıyorsunuz suyu ve diğer zenginliklerimizi korumak için? Belki böylece deneyimlerimizi paylaşırsak, birbirimize yol gösterebiliriz..










Gerisi burda...

Thursday 9 January 2014

Çekirdekler toprağa aittir

 Bizim evde sebze ve meyvelerin çekirdekleri çöpe - genel olarak - gitmez. Mutfakta bir saksımız var hepsi onun içine gider: hurma, biber, limon, elma, demirhindi çekirdekleri ve daha neler neler.. Zamanla da bu çekirdekler filizlenir, buyur. Kimi zaman domates, kimi zaman biber yedik böyle büyüyen çekirdeklerden. Çekirdekler toprağa aittir, nimetin geldiği yere yani. Çekirdekleri siz de mutfağa koyacağınız bir saksının içine atmakla hem çocuğunuza tohum/çekirdek-toprak-yiyecek döngüsünü anlatabilirsiniz, hem de mutfağınızda her gün sizi ilginç bir sürpriz bekliyor olabilir. Yalnız bir hatırlatma: zeytin çekirdekleri işlem gördükleri için, toprağa dikmeniz bir sonuç vermeyecektir. Onun yerine dilerseniz zeytin çekirdeklerini biriktirin mangal/barbekü yaparken, yanan ateşin içine atın. Zeytin çekirdeğinde harika bir yanıcı özellik var.
Birbirinin icine girmis biber ve demirhindi
Bizim mutfakta büyüyen biber ve demirhindi filizlerini/bitkilerini dün Delfina'nın okulunun bahçesine diktik ingilizce dersimizde. Çocuklar için de çok ilginç bir gözlem ve deneyim oldu. Daha önceden demirhindi [sweet tamarind] çekirdeklerinden -ki ne güzel çekirdeklerdir onlar- çıkan bitkiyi hiç görmemiştim. Olağanüstü bir sanat, mutlaka dikip görmelisiniz. Aktarlarda artık Türkiye'de de bütün olarak kurutulmuş demirhindiba'nın meyvesini bulabilirsiniz. Semte göre fiyatı farkediyor. Üsküdar'da kilosu 30TL'ye bulabileceğiniz demirhindiba, Kadıköy'de 50TL. Hem yemesi çok zevkli ve şifalı bir meyve hem de bir sanat eseri, yerken çok keyifli.
Evde teknik sorunlardan dolayı kompost yapamıyorum ama en azından toprağa ve çekirdeğe saygıyı bu yöntemle Delfinam'a göstermiş oluyorum.
Çekirdeğin toprakla yeşerdiği mutlu deneyimler...

~~~
Bitki-kök- çekirdek
We don't throw the seeds of our veggies and fruits into the rubbish bin. Instead, we have a pot in the kitchen where we collect seeds. Sometimes, they sprout naturally and we go and plant the plants or the seeds that we collected in a school yard or in a park. By doing so, I hope that Delfina learns the seed-plant-veggy/fruit triangle and learns how to respect the source of our food. Recently the seeds of sweet tamarind sprouted and it's absolutely a piece of art. 

Happy seed-collecting and seed-watching!


Gerisi burda...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...