My photo
a utopist, a green, a free soul, a liberal, a young (well let's say 'a new' rather than 'young') mother, a rebel, a thinker, a smiler, a wonderer, a note, a butterfly, a rainbow, a nymph, a kite, a wave, a breeze from the sea, a purple soul, a chocolate-addict, a lover...

Monday, 27 October 2014

Çocuk, Yaşam alanları, ve Mimari Üzerine

İstanbul bu; taşı toprağı altın derlermiş eskiden, şimdilerdeyse taşı toprağı beton. En küçük yeşil alanı, çevresinde yaşayanların sürekli olarak betonlaşmaya karşı koruması gerekmekte. Neden mi? Çünkü yaşamak için gerekli olan oksijeni beton üretmiyor bize. Çocuğumun fiziksel ve zihinsel gelişimi için bir avuç toprak ve yeşilden fazlasına ihtiyaç var. Bir de benim kalbim acıyor her bir ağaca balta vurulduğunda. Bir ağaç düşünün birçok 'can'a ev sahipliği yapıyor ki kendisi bir 'can' başta. Nasıl kıyılıyor canlara... Yere atılmış kesilmiş ağaç parçaları gördüğümde mahvoluyorum çünkü ben karşımda kesilmiş ağaç parçaları değil; canı kesilmiş cesetler görüyorum, pek çok kişiden farklı olarak. Hani altın yumurtlayan tavuğun hikayesini bilirsiniz. Her yer olsun altın yani para getiren beton; yiyecek yemek, soluyacak hava bulamadıktan sonra neye yarar o kadar para? Türkiye'nin bilmem neresine dikilen ağaç değil; yanıbaşımdaki ağaç bana oksijen sağlayan, yaşadığım yerde sel oluşumunu engelleyen.

İstanbul'da yaşamak beni son zamanlarda çok yormaya başladı. Biliyorum nereye gidersek gidelim sorunlar arkamızdan gelecek. Çünkü benim sorun olarak nitelendirdiğim birçok konu aslında çevre sorunları. Doğaya 'emanet' gözüyle bakarım, hep korunması ve sevilmesi gerek. Bilirim ki doğa, yani yaşam, insanoğlundan güçlüdür. İnsanoğlu ne kadar bozmayı, yıkmayı severse; doğa da o kadar yaratır tüm gücüyle. Bizim evin yanındaki apartman bir yıl önce yıkıldı, sonra birkaç ay boyunca boş kaldı arazi. Apartmanı yıkarken kestikleri ağacın orası bir baktım, beton yığınlarının arasından tekrar farklı bir bitki formunda çıkmaya başlamış. O kadar mutlu olmuştum ki... Sonra tabi inşaat kaldığı yerden yine başladı ve yerin iki kat aşağısına kadar toprak kazındı, iki kat yeraltına beton yaptılar; yağmur yağdığında suyu yüzey altına taşıyamayan, bir ağaca ev sahipliği yapmaya muktedir olmayan beton. Bizim oturduğumuz ev, yan taraftan farklı mı? Değil... İnsanlar dar alanda kısa paslaşmalar yapabilmek için beton üstüne beton yapıyorlar istiflenerek yaşayabilmek için.
15 yaşımda ilk kez İngiltere'ye gittiğimde ilk ilgimi çeken yolların benim yaşadığım şehre nazaran ne kadar boş olduğuydu; sanki ölü şehirdi Londra'nın ara sokakları. Nerde İzmir İnönü Caddesi'nin yoğunluğu nerde Londra sokaklarının sakinliği, yalınlığı. Sonra anlamıştım ki sorun kültürde değil; yapılaşmadaydı. İngiltere'nin büyük şehirlerinde herkes iki katlı (bizim hani köşk ya da konak diye tabir ettiğimiz, sadece zenginlere ait iki katlılar) evlerde yaşıyorlar; bizse üstüste, yanyana dizilmiş kibrit kutularını andıran evlerde. İzmir eskiden ne güzel evlerden ibaretmiş; hakeza Türkiye'nin birçok yeri. Ama sonra müteahhitçilik başlamış; geliri yüksek olmayanlar ya da daha çok gelir isteyenler iki katlı evlerinden vazgeçip istiflenmiş yapılarda yaşamak istemiş, gitgide avlular, cumbalı evler, konaklar, evin ihtiyacını karşılayan meyve ağaçları yok olmuş, her yere medeniyet (!) yani beton katlar, yollar gelmiş. Çocuklar apartman dairesinden dışarı çıkamaz, sokakta oyun oynayamaz, mahalleliyle iletişime geçemez olmuşlar.
Geçen hafta Delfina'mla birlikte Kitap Okuyan Çocuklar'ı temsilen 'Çocuk, Kent, ve Yerel Yönetimler Sempozyumu''ndaydık. Sempozyumdaki birkaç sunumu Delfina yanımdaki koltukta resim yaparken, yapışkanlarını (sticker) yapıştırırken az da olsa dinleme fırsatım oldu. Dinleyebildiğim sunumlardan Tezcan Karakuş Candan'ın Mimarı ve Çocuk üzerine yaptığı konuşmada vurgulanan ana konu yapılaşan şehirlerde çocukların güvenlik sorunuydu. Evet, ne çocuklar ne de aileleri yaşadıkları şehirde güvenli hissetmiyorlar kendilerini. Ben ilkokuldayken halama, bakkala, mandıraya, parka, sinemaya, şehir merkezine kendi başıma gidebiliyordum. Ama Delfina ilkokula başladığında bile tek başına Kadıköy çarşıya (ki otobüse binmesine bile gerek yok) yollayabilir miyim bilmiyorum. Kendimi yaşadığım şehirde güvensiz hissediyorum. Çocuklar da eminim kendilerini çok güvende hissedemiyorlardır. Hoş, geçenlerde akedemik bir ortamda bahsedilmişti; bir çocuk hangi ortamda doğarsa o ortam o çocuk için doğal sayılırmış. Geçenlerde düşünüyordum ben üniversite son sınıftayken Irak Savaşı başladı, aradan nerdeyse 11 yıl geçti. 10 yıl önce Irak'ta doğmuş bir çocuğun 'normal'i ya da gündelik hayatı 'savaş'. Bizim çocukların gündelik hayatı Irak'taki çocuklardan daha şanslı olsa da yine de güvende değiller. Ben yine bu şehirde bebek arabasını kaldırıma çıkarmaya çalışırken, ayak topuğum bir araba tarafından ezilip geçildi. Gazetelerin üçüncü sayfaları takip edilirse parklardan hatta okullarından kaçırılan çocuk hikayelerini bulmak zor değil. Şehrin birçok yerinde insani şartlarda yaşamayan mülteci çocuklar var, ve bizi konuyla maalesef tek ilgilendiren mültecilerin hangi hastalıkları beraberlerinde getirdikleri ve bizim çocuklara hangi asıların yapılması gerektiği. Şehirde ve şehir hayatında dengesiz ve çarpık yapılaşmanın getirdiği birçok sorun var. Ben ne zaman bir konuda 'sorun' görsem; sorunu oluşturan yapının insan doğasına uymadığından kaynaklandığını da beraberinde düşünürüm. Evet ister birey hayatına ister aile ve toplum hayatına dair bir çok sorun yaşıyoruz büyük şehirlerde çünkü bize sunulan ve bizim içinde yaşadığımız ortam insan doğasına uygun değil.


Delfina arkadaşlarıyla ormanda oynarken

Peki konuyla ilgili ne yapmalı? Sorun o kadar büyük ki neresinden tutsan elinde kalıyor ve çözüm süreci, sorunun büyüklüğüyle orantılı olarak, büyük güçler gerektiriyor. Benim birey ve bir anne olarak tek yapabildiğim çevremdeki yeşil alanlara sahip çıkmaya çalışmak. Validebağ korusu, evime en yakın, kızıma doğayla bağ kurdurtabildiğim bir yer. O yüzden Validebağ Korusu'nun betonlaşmaması benim için önemli. İşte tüm bu nedenlerden dolayı ailelerin ve bireylerin; yerel belediyelerin, ve de devletin duyarlı davranmasını bekliyorum.  Bize nefes alacağımız alanlar gerekli, daha fazla düğün salonu, apartmanlar, AVMler değil. Biber gazı yemeden, üzerimize vinç yürütülmeden, çözüm odaklı, medeni görüşmelerin olmasını umut ediyorum bu ülkede. Amaç particilik, partizanlık vs değil. Amaç yaşanabilir yaşam alanlarını elimizde tutmak. Umarım konuyla ilgili herkes duyarlı davranıp, birlikte sonuç odaklı çalışabilir, İnsan hayatı o kadar kısa ve Sultan Süleyman'a bile kaymamış ki dünya; biz ne yaparsak yapalım doğa tekrar doğar, kendini tekrar yeniler. İnsansa yarattığı kaos ve nefes alınamayan ortamda hızlıca hastalıklara yakalanır, kalitesi düşük bir hayat yaşar. Olacağı bu olur. İngilizce de bir ifade vardır ve ben ne zaman hoşlanmadığım bir yapılaşma görsem, kendimi rahatlatmak için şöyle derim: 'nature reclaims'. Yani doğa hakkı olanı tekrar alır, içine çeker, kaplar, tekrar doğar. Bununla ilgili örneklere bakmak isterseniz, bağlantıyı tıklayın


1 comment:

  1. İnsanlar uzun vadede olacakları planlamadan, geleceği göremeden kar amaçlı yapılaşmaya, betonlaşmaya yöneldikçe bu İstanbul'un kaderinde olacak hep maalesef. En son gittiğimde İstanbul'a, 11 sene önce bıraktığım (nispeten yaşanabilir) şehir yerine, Dubai gibi şehirlere benzeyen, korkunç 'rezidans'larla kaplı, tanınanamaz hale gelmiş bir şehir buldum. Çok üzüldüm ama elimden ne gelir? İnternette imza kampanyalarına katımaktan başka pek bir şey yapamamanın çaresizliği..

    ReplyDelete

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...