My photo
a utopist, a green, a free soul, a liberal, a young (well let's say 'a new' rather than 'young') mother, a rebel, a thinker, a smiler, a wonderer, a note, a butterfly, a rainbow, a nymph, a kite, a wave, a breeze from the sea, a purple soul, a chocolate-addict, a lover...

Monday, 2 January 2017

Alternatif Sıcak Kakao Tarifi ve şeker krizleri için Demirhindi

Sıcak çikolata en sevdiğim içeceklerin başında gelir. Ama hamilelik, şeker hastalığı ya da farklı hastalık dönemlerinde hatta genel itibariyle şeker oldukça olumsuz bir gıda oluyor. Hatta öyle ki geçenlerde bir yazı okudum beyni,  insan psikolojisini (özellikle depresyon dönemlerinde) olumsuz etkiliyor. 
Delfina'nın kardeşi an itibariyle içimde büyümekte ve kısmetse 2,5-3 ay sonra kollarımızda olacak. Delfina'ya hamileyken hamile şekeri (gestational diabetes) çıkmıştı bende. O yüzden bu hamileliğimde o korkunç şeker testini yaptırmadan (bence saatlerce aç kalmak ve vücuduna gereksiz şeker yüklemesi yaptırmak çok korkunç bir deneyim) hayatımdan şekeri çıkartma ve ona göre bir diyet uygulama kararı aldım.  Delfina doğduktan sonra tükettiğim şekere dikkat edip, olabildiğince azaltmıştım zaten ama ne yalan söyleyeyim bu son zamanlarda şeker zayıf tarafım oldu ve şu an şekeri tamamen hayatımdan çıkarma konusunda zorlanıyorum hele ki sağolsun eş dost yurtdışı ve yurt içinden enfes çikolatalar hediye ederken zorlanmamak elde değil.
Sevdiğim sıcak çikolata için bir alternatif oluşturdum. 
Tarifi şöyle:

-Çay kaşığının ucuyla kakao
-Çay kaşığının ucuyla zerdeçal 
-Çay kaşığının ucuyla keçiboynuzu tozu
-Sıcak su
-Az süt (ya da sıcak su koymak yerine hepsini sıcak sütle yapabilirsiniz ama ben laktoz intolaranstan ötürü az koyuyorum)
-Eğer dilerseniz eser miktarda hindistancevizi yağı eklerseniz farklı bir aroma elde etmiş oluyorsunuz)
-Ayrıca dilerseniz toz tarçın da ekleyebilirsiniz ama ben tercih etmiyorum.

Evde süt köpürtücüm var, onunla biraz da köpürtüyorum ve afiyetle höpletiyorum. [Süt köpürtücü demişken benim İngiltere'de kullandığım süt köpürtücüsü ile harika köpüklerle dolu frappeler yapardım. Türkiye'ye gelince Tchibo'dan aldım ama sonuç beni hiç memnun etmiyor. Köpük yapsam bile çok çabuk sönüyor. Konuyla ilgili bilgisi olan varsa lütfen aydınlatsın beni. Aletlerin görünüşü aynı ama etkisi aynı değil.]

Bazen gerçekten şeker krizine giriyorum, yaşadığımız soğuk havaların da illa ki buna bir etkisi var. O zaman da çözümüm bol su içmek ve bir ya da iki adet demirhindi yemek.
Demirhindiyi eminim bir Osmanlı şerbeti olarak duymuşsunuzdur. Tayland gibi güney Asya ülkelerinden gelen ve beni harika ve doğal ambalajıyla uzun tefekkürlere daldıran bir meyve. Sanırım Osmanlı zamanında kuru meyve olarak değil de preslenmiş bir şekilde geldiği için şerbetini yapmışlar ama günümüzde bazı aktarlarda ve 3M Migros'ların egzotik meyve satan buzdolabı köşesinde [tabii ki amacım market reklamı yapmak değil, nerde bulduğumu yazmak :) ] 500 gramlık kutularda satın alınabiliyor. Bir tane yemek bile benim şeker yeme ihtiyacımı gideriyor. Delfina bebekliğinden beri parklarda, dışarıda ve evde bol bol yer demirhindiyi.Protein, pektin, C, B1,B2, B3, B5 B6 vitaminleri, fosfor, magnezyum, demir ve bakır gibi mineralleri barındırann bu meyvenin Eminönündeki aktarlardan preslenmiş halini de alıp (kuru meyve halinden daha ucuza geliyor) evde çayını da yapabilirsiniz. Antioksidan özelliği olan, aynı zamanda ateşli hastalıklarda kullanılan bu meyvenin birçok sağlık durumuna da faydası varmış. 
Biz seve seve tüketiyoruz. Herkese afiyet olsun!
Gerisi burda...

Tuesday, 1 December 2015

Ev yapımı Parfüm

Delfina Ada artık bir bebek değil, tam 5 yasında bir çocuk. O yüzden yanlış hatırlamıyorsam o 5 aylıktan beri yazdığım bu bloğun 'doğal bebek bakımı', 'bebekle gezme' gibi başlıklardan oluşması komik gelmeye başladı :)
Tabii bebeklikten çocukluğa geçerken ihtiyaçlar da değişmeye başladı.
Mesela artık Delfina annesi gibi parfüm sıkmak, anne kıyafetleri giymek istiyor. Ben de küçükken annemin parfümlerini kullanır, dayımın Parfümerisine gidip orda makyözlerin beni süslemesini; kuzenim Fatoş Ablamın bana makyaj yapmasını isterdim. Evde de annemin topuklu ayakkabılarını ve kokoş annemin kürkünü (!) giymeye çalışırdım her fırsatta. Bazen o günleri düşünüp şimdiki halime şaşıyorum :) Sanırım çocukluk dönemindeki tatmin insanın geri kalan hayatını da etkiliyor. Bu düşünceden yola çıkarak Delfina'ma parfüm yapmaya karar verdim. Ben yıllardır bu blogda da yazdığım gibi anti-perspirant diye sınıflandırılan yani terlemeyi engelleyen koku gidericileri yıllardır kullanmıyorum sağlığa zararlarından ötürü. Onun yerine kendi yaptığım sirkeyi spreyliyorum koltuk altıma. Ama nedense parfümü hiç sorgulamamışım. Hoş, çok da kullanmıyorum ve kesinlikle cildimin üstüne sıkmıyorum ama yine de belki 8-10 yıl önce İngiltere ve Tayland'dan almış olduğum iki parfüm şişesini kullanıyorum son 8 yıldır. Anne olduğumdan beri kullandığım birçok malzemeyi, ürünü sorguladım ama neden parfümü sorgulamamışım ben de bilmiyorum. Ama inanın yapımı çok kolay ve çok etkili.

Tarif

  • Hazır ve ucuz parfüm satan bir dükkana gidip 50ml'lik bir parfüm şişesi alın, ya da eski şişelerinizden birini kullanabiliyorsanız kullanın.
  • Şişenin içini içme suyuyla doldurun ve içine birer silme çay kaşığı tuz ve karbonat ekleyin (bozulmayı engellemek için)
  • Bir aktardan dilediğiniz kokunun yağını (fiyatlar 5-10 TL arası) alın. Ben Delfina için menekşe aldım, ama yakın bir zamanda kendim için yasemin de alacağım.
  • Seçtiğiniz kokunun yağından şişenin içine arzunuza göre 10-15 damla damlatın.
  • Sprey kapağını kapatın.
  • Çocuğunuz için hatta kendiniz için bile yaptıysanız üstüne yapışkanlı etiket yapıştırın.
  • Her kullanım öncesi şöyle bir hafif çalkalayıp, kullanın. Hepsi bu!


Delfina'nın okulunda Çarşamba günleri 'göster-anlat' günü. Delfina kendi parfümünü okulunda arkadaşlarına anlattı. Hepsi bayılmış ve denemiş. Delfina için de çok başarılı bir 'göster-anlat' performansı olmuş olduğuna inanıyorum :) İnsanın kendi yaptığı şeyi anlatması ve göstermesi gibisi var mı ya :)) Çocuklar için de herhangi bir ürünün yapılabilir olduğunu göstermek adına önemli bir çalışmaydı kanımca.

Bu parfümü artık ben de kullanıyorum. Hani bazı parfümler vardır bir sürersiniz, nereye giderseniz gidin kokunuzu bırakır (kullanma miktarıyla da doğru orantılı olarak). Tabii ki bu parfüm öyle değil. Benim amacım ter kokmamak ve bu parfüm de bunu başarıyla yerine getiriyor. Daha kalıcı etkisi olan parfüm yapmak isterseniz Eminönü'ndeki Mısır Çarşısı'nda bulunan aktarlara gidip, örneğin 3ml yasemin esansını 35 TL'ye satın alabilirsiniz. Bu miktardan da 150 ml'lik parfüm çıkarabilirsiniz. Bu esansı biraz saf su ve kimya labaratuarlarından alabileceğiniz kokusuz parfüm yapımı için kullanılan bir yağ olan DPG ile karıştırmanız gerekiyor parfümün etkisini uzun süreye yaymak için.
Benden bu kadar. Parfümünüzü hem çocuğunuz hem kendiniz için bu kadar kolay bir yolla yapabilirsiniz. Önerilerinizi ve deneyimlerinizi bekliyorum.
Sevgiyle ve güzel kokularla..
Gerisi burda...

Wednesday, 22 April 2015

Urla'da geçmiş bir çocukluk

Urla


Çocukluğumun üç ayı ve yıl boyunca her Pazarı Urla’da geçti. Kış boyu İzmir’de çok sıkılırdım. Çevrede beni annemin götüreceği bir park yoktu, olsa bile annemin benim parkta oynamamı bekleyecek kadar sabrı hiç olmazdı. Tüm kış boyunca yaz olmasını ve Urla’da gönlümce oynamayı beklerdim. Legolar, Amerikan çamuru (şimdinin oyun hamuru) olmasa zaman nasıl geçerdi bilemem. Kış olabildiğince sıkıcı; yaz olabildiğince keyifliydi. Hangi çocuk isterdi ki dört duvar arasında sıkışş kalmayı? Abilerim ve ablam tüm gün okuldaydı; bana düşense onların eve dönmelerini beklemekti. Park yoktu etrafımızda dedim ya, evi parka dönüştürmekten başka çarem de yoktu. Kapı kirişlerine, iki duvar arasına, kalorifer borularına tırmanırdım. Divanın uzun minderlerinden annem salonda olmadığı zamanlarda kaydırak yapıp kayardım. Arkadaş ya da kuzen gelmişse evimize yine yastıklardan çadır yapardık. Yazınsa tüm oyunlar ve arkadaşlarım Urla’da beni beklerdi. Urla Yücesahil’deki evimizin etrafında şimdiki kadar ev yoktu bundan 25 yıl önce. Futbolu şimdi yerine dört ev gelen alanda kendiliğinden biten yeşil çimlerin üstünde oynardık. Oyunparkı da yoktu o zamanlar çevrede ama kimin ihtiyacı olurdu ki Yücesahil gibi bir yerde plastik ve metalden yapılmış oyun parkı oyuncaklarına?! Bizim tırmanacak ağaçlarımız; ve etrafta keşfedecek yılan, kaplumbağa, kirpi, yarasalarımız vardı. Sabahları güne denize girmekle başlardık. Bizim denizin kumu çok incedir ve karadır. Yüzerken dalıp çamuru alıp birbirimize atardık. Hava rüzgarlıysa rüzgarın oluşturduğu dalgaların içine dalma; deniz içinde en çok kim takla atar yarışması yapardık. Deniz kirliliği nedir bilmezdik ta ki büyük bir deniz yolcu gemisi bizim koya gelip, çöplerini denizimize atıncaya kadar. Mahallelinin çocukları bir gecede denizde oluşan deniz analarından denizimizi temizleme harekatı başlatmıştık. Herkes eline aldığı denizanasını elinde çok tutmadan bir sağ bir sol eline atarak kıyıya gelip, açtığımız büyük çukurlara attık. Deniz anasını bir elde uzun süre tutunca deniz anası ele yapışıyordu, tabii o zamanlar bilmiyorduk ki denizanaları denizi temizlemeye çalışan canlılardı. Biz onları kirlilik sanıp denizimizden temizlemeye çalışştık.. Kendimizce denizimizi koruyorduk. Denizde 12 ile 3 arası kalmamalıydık yoksa akşama tüm vücudumuza yoğurt sürmemiz gerekirdi. Denizden 12’den önce eve gelmeye çalışırdık. Duş alıp bahçeye indiğimizde tulumbadan su çeker, bahçede büyüyen karpuzları mahalledeki ‘çete’mle duvara vurarak parçalara ayırır; karpuzun beyaz kısmına kadar kemirirdik. Öğlen yemeğine ihtiyacımız olmazdı; ne zaman açıksak bahçeden salatalık, domates, biber, muşmula, şeftali, kırmızı erik koparıp yerdik.
Gün boyunca Urla’nın o güzel ve bereketli çamuruyla oynardık. Çamurdan köfte, pekmez, pasta yapardık. Şimdiki çocuklar gibi 20 dakka oynamaz, saatlerimizi verirdik çamurla oynamaya. Seramik ve çini sanatlarına duyduğum aşk ve tutkunun hep Urla’nın çamurundan geldiğini düşünürüm. Bilirim ki çamur tüm statik enerjini alır, seni rahatlatır, sen çamuru yoğurdukça; o,  içindeki duyguları da yoğurur, Urla’nın sıcak güneşi altında yaşanmışğını pişirirsin. Kumları elerken günlük yaşamın dertlerini de elersin; büyük kum parçalarından kümeler yapıp, içini usulca açarsın, sonra içine yavaşça tulumbadan çekilmiş su ve ince kum eklerken oranı tam tutturmaya çalışırsın ki pekmez tam kıvamlı olsun. Pekmezin kıvamını ayarlamak çok önemlidir;ne çok cıvık ne çok katı olmalı. Bazen yaptığımız pekmezi elimize alıp birbirimizin üstüne atardık ya da duvara çamur atma yarışması. Eğer çok kirlenirsek çözüm her zaman su savaşıydı. Bahçe hortumlarını açar birbirimizi sevinç çığlıklarıyla ıslatırdık.  Akşamüstleri günebakanlardan bir tane koparıp teyzemin evinin ve Naciye Teyzenin ortak duvarının üstüne çıkıp; günebakanları çocuk sayısınca parçalara ayırıp çiğdem çıtlatırdık taze taze. Teyzemle Naciye Teyze de mahalle dedikodularını anlatırdı bu esnada birbirlerine.  Güneşin kavurucu etkisinin günbatımı zamanının yaklaşmasıyla azalması demek bisikletle mahalleyi turlama zamanınının gelmiş olması demekti. Akşama doğru Yedi Kardeşler Dondurmacısının sarı minibüsünden gelen müziği duyar duymaz balkonun altına gider ‘anne bana parar atsana dondurma alıcam’ derdik. Annem balkondan 1.000.000 lira atardı ve ben koşa koşa Yedi Kardeşler arabasını yakalamaya çalışırdım diğer çocuklarla birlikte. Hava çok bunaltıcı olduğunda arkadaşların evinde ya da bizim evin altındaki garajda evcilik, doktorculuk oynardık. Evcilik oynarken akşam sefasının tohumlarını toplayıp çorba yapardık; sardunyanın çiçek yapraklarından da takma tırnak. Gülün dikenlerini koparıp üstüste takarak şekiller oluştururduk. Yazın en az bir kere akşam hava karardıktan sonra palmiye yapraklarını toplayarak ateş yakıp üstünden atlardık. Bir keresinde hatırlıyorum söndürememiştik de eniştem bahçe hortumuyla gelip ateşi söndürmüştü. Çok eğlenirdik. Akşam yemeğinden sonra mutlaka mahallenin çocukları ve gençleri ayrı ayrı toplanır oyunlar oynardı.
Ablamların grubu mahallenin kaldırımlarına oturup bağlama çalar, şarkı söyler, çiğdem çıtlatır, gazoz içerlerdi. Aşure zamanı geldiğinde mahalleliyi tek tek gezip aşure dağıtırdık. Mahalle küçüktü ama çok güzeldi. İlkokul çağlarında balıkçı amcalar bize ağlardan bir ‘klüp çadırı’ kurmuşlardı. Çadırın içine girip birbirimize hikayeler anlatır, şarkı söylerdik. Sonra pirelendik hepimiz (muhtemelen ağlar ve kedilerden dolayı) ve klüp çadırımızı büyükler yıktı.. Yine de birbirimizin evlerinde, ağaçların gölgesinde buluşup hayal kurmaya devam ediyorduk. Ne zaman bisiklet binerken diz kapaklarımı parçalasam ya da biryerden atlarken düşsem eve ağlayarak gelirdim, annem ve ablam da dizlerimdeki kanları temizlerdi. Çocukluğum boyunca diz kapaklarımın hasarsız olduğu bir anı hatırlamıyorum. Bisikletle zenginlerin evlerinin olduğu tepeye çıkıp, ordan yokuş aşağı kendimizi bırakırdık. Yokuşu çıkmak çok zahmetli ama bisikletle yokuş aşağı giderken rüzgarı yüzünde ve ruhunda hissetmek bir o kadar keyifli. Yaz sonu komşuların dökülen zeytinlerini toplamalarına yardım ederdik, eski yağ tenekelerinin içine binlerce zeytin toplardık. Yazın sonuna yaklaştığımızın emarelerinden biri de salça yapımı ve özellikle tarhana masalarının kurulmasıydı. Salçayı yaparken ikinci kattaki balkonu kullanır, yüzlerce domates ve kırmızı biberi doğrardık; tarhana içinse önce çevreden tarhun otu toplanır ardından aşağı kattaki tüm masalar tarhana için seferber edilirdi. Masalar boyu tarhana gelip gidilip ters-yüz edilir; aradan bir süre geçtikten sonra da un haline getirilmesi için uğraşılırdı. Yeri çocuklar olarak binkez süpürür; tarhanayı eler, anneme yardım etmeye çalışırdık.
Arada bir Urla merkeze gitmekse sıkıcıydı. Annemlerin saatlerce balık, et, ekmek, manav alı
şverişi yapmasını beklerdim arabada. Arkadaşlarımdan uzak, çok sıkıcıydı beklemek. Eskiden Safiye Abla’nın ineği vardı. Tüm karpuz ve kavun kabuklarını, yemek artıklarını Safiye Abla’nın ineğine götürürdük. İnek kocaman bir hayvandı, o yüzden ona yaklaşmak bir adrenalin nedeniydi. Yine de ineğin kokusu ve ona yaklaşıp ona yemek vermek beni mutlu ederdi. Safiye Abla o ahşap evden ayrıldıktan sonra, bisikletle 10 dakika uzaklıktaki bir çiftlikten süt  almaya ben giderdim zeytin ağaçlarının arasından.

O kadar güzeldir ki Zeytinalanı, ben hala zeytinin yeşilinde kaybolurum, ruhum huzura erer. Urla’da büyümek beni ben yapan en güzel hayat kaynağıdır. Tüm kutsal meyveler, başta mucizevi incir ve zeytin Urla’ya hastır. Ne de olsa tarihteki en eski zeytinyağı fabrikası bile benim küçüklüğümün geçtiği yerdedir. Çocukluğumun on kışı bir yazına bedeldir. Çünkü ben Urla olurum; çamuruyla, denizinin mavisiyle, günbatımının eşsiz renkleriyle, ilkbaharının çiçekleri ve erikleriyle; yazının kavurucu sıcaklığı ve dondurmanın serinletici etkisiyle; sonbaharının kesici rüzgarıyla, kışının portakal ve mandalinalarıyla.. Urla’da çocuk olmak çok güzeldir; keşfetmek; dokunmak; hissetmek; hayal kurmak; ağustos böceklerinin sesini dinlerken salıncakta uykuya dalmak; gece yıldızları izlemek; akşam yemeğinden önce taze biber toplamak; kaynatılmış süt darısı yemek; bisikletten düşmek; günde en az beş kez kirlenen üstünü değiştirmek; sineklerden korunmak için cibinliğin içinde uyumak; mahallenin çocuklarıyla ağaca tırmanmak. İzmir’de yaşadığım çocukluk günlerime dair pek bir şey hatırlamam ama Urla’da geçirdiğim tüm mutlu anlar şu anki Esra’nın mutluluk ve umut nedenleridir. Beni ben yapan çocukluğumdaki mutlu ve neşe dolu anlardır. Kimsenin bana oyun kurmasına ihtiyacım da yoktu şimdiki çocukların aksine. Tüm oyunları ben ve arkadaşlarım kurardık, hayal ederdik, saatlerce kırkayakları ve karıncalarla tırtılları inceleyebilirdik. Büyüklerin bizim dünyamıza girmesine gerek yoktu; bizim dünyamızın fatihleri bizlerdik. Şimdi anne olmuş Esra kendi kızıyla kendi çocukluğundaki gibi zaman geçiriyor, ama maalesef benim kızım kendi başına eğlenmeyi, oyun kurmayı bilmiyor. Onu Urla’nın çamuruyla oynatmaya çalışğımda yazları hemen sıkılıyor. Çünkü o onun dünyası değil. O İstanbul’da büyüyen bir çocuk. Her yer kum – toprak  değil; beton. Etrafta tırmanacak ağaçtan ziyade; inşaat var. Öyle ki yaptığı resimlerde evlerin demirlerini, temellerini çiziyor kızım. Etrafındaki kiraz ağaçlarına bakarak değil de kaldırımdaki köpek kakalarına basmamak için kaldırımı izleyerek yürüyor. Bir çocuk hangi ortamda doğup büyürse; o ortamın şartları onun ‘doğal’ı olurmuş. Benim doğalımda ağaçlar, çiçekler, arılar, çamur var; bakalım o büyüdüğünde onun doğalının ne olduğunu söyleyecek...


Gerisi burda...

Sunday, 15 March 2015

Home made Peanut Butter / Ev-yapımı Fıstık Ezmesi

Peanut butter is one of the things that is not that easy to find in Turkish supermarkets. They are a bit expensive compared to similar jarred, processed food. Well, as I used to / had to make make my own yoghurt or bread when I used to live outside Turkey, I decided to make peanut butter for my husband who loves peanut butter a lot. I went to one of the herb shops (aktar), that you can find pretty much everywhere in Turkey, and bought 250 grams of ground peanuts. When I came home I washed them and put them in a blender and then added half a glass of drinking water, 1.5 teaspoons of salt, 2 tablespoons of hazelnut oil and blended them till they got smooth and creamy. We quite liked it, hope you enjoy it too! If you like your peanut butter not savoury but sweet, you can add as much brown sugar or honey (make sure the honey doesn't touch any piece of metal as this changes the chemistry in honey. I prefer using wooden spoons when it comes to honey) as you want. Enjoy!



Ben lisedeyken ileride ekmeğini, yoğurdunu, humusunu, peynirini, kremini, diş macununu ileride kendin yapacaksın deseler inanmazdım. Kore'ye ilk gittiğimde peynir, yoğurt yoktu ve benim olmazsa olmazlarımdı. Ekmeğin tadı da yumuşak, şekerli, ıslak gibiydi. O yüzden ilk olarak Kore'de başladım ekmeğimi yoğurmaya, yoğurdumu mayalamaya. En kolay yoğurt mayaladığım ülke de Kore oldu çünkü tüm evler yerden ısıtmalı Kore'de. O yüzden sütü alıp ısıtıp, [içine Hollandalı bir markanın yarısı müesli, yarısı yoğurt olan ürününü alıp, sadece yoğurt olan kısmını yoğurdun ilk mayasını oluşturacak şekilde kullanıyordum, ardından da hep yoğurdun kendinden mayasını alıyordum], içine mayayı koyup kabı hiç sarmadan direkt yerin üstüne koyuyordum, yerden gelen ısıyla birkaç saat içinde yoğurdum hazır oluyordu, hem de ne yoğurt oluyordu kaymaksı :)
Türkiye'de çok şükür her istediğimizi buluyoruz diyebiliriz. Eşim fıstık ezmesini çok seviyor ama anlamadığımız bir nedenden dolayı tatlı değil de tuzlu fıstık ezmelerinin fiyatı bulsanız bile çok pahalı. Ben de çoğu şeyde olduğu gibi kendim yapmaya karar verdim fıstık ezmesini. Hiç bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim. Aktardan yer fıstığı aldım eve geldim. Malzemeler:
  • 250 gram yer fıstığı
  • Yarım su bardağı içme suyu
  • 1,5 çay kaşığı tuz
  • 2 çorba kaşığı fındık yağı
Öncelikle fıstıkları yıkamanız gerekiyor, üstünde kalan kumlardan temizlemek için [aktardan aldığım rezene tohumundan, kuru duta kadar herşeyi yıkarım çünkü nasıl kurutulduklarını bilmiyoruz ve üstlerinde mutlaka kum kalıyor ve zavallı böbreklerimizi zorluyor, özellikle çocukların].
Kabuklarını ister koyun ister soymayın. Yıkama esnasında çok çabuk soyuldu kabukları, ama eşim marketten aldığımız yer fıstığı ezmelerinin renginin bizim evde yaptığımızdan daha koyu renkli olmasının nedenini kabuklarıyla ezilmiş olmalarına bağladı. Biz de ayıklamış olduğum kabukları atmadık, bugün köri yaparsak içine koyacağız. Zaten bir yerde okumuştum fıstıkların kabuklarıyla tüketilmesi gerektiğini. Ayrıca kağıt boyamada kullanılabilir kabuklar diye düşündüm. Hepsini doğrayıcının içine koyup iyice kremamsi oluncaya kadar doğrayıcıdan geçiriyorsunuz ve fıstık ezmeniz hazır. Eğer tatlı fıstık ezmesi seviyorsanız içine ağız tadınıza göre kahverengi şeker ya da doğrayıcıdan çıkardıktan sonra tahta kaşıkla bal koyabilirsiniz.
Gezmek ve anneliğin bana öğrettiği ana şey: herşeyi kendin yapabilirsin ;)
Gerisi burda...

Thursday, 15 January 2015

Aksan, Yöresel Zenginlik ve Çocuklar

Aksanlar insanların büyüdüğü yerlerin aksi yani yansımasıdır. Aksan, o yörenin coğrafyasını, insanların olaylara bakışını, kuşlarını, yemeklerini yansıtır.  Ne kadar çok aksanı varsa bir yörenin o kadar renkli bence yaşam tarzı ve yarattığı kültür. Türkiye gibi büyük coğrafyası olan bir ülkenin ürettiği sanatçıların aksan zayıflıkları şaşırtıcı. Yabancılığa özenen, sesi İngilizce gibi çıkan garip çakma bir aksan ortaya çıkmaya başladı son 10-20 yıldır. Şarkıcılar da bu çakma aksanı kullanıyor. Halbu ki Özay Gönlüm'ü Özay Gönlüm, Barış Manço'yu Barış Manço, Cem Karaca'yı Cem Karaca yapan neydi? Bu sanatçılar bence hakiki sanatçıydı. Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray ve niceleri Batı'dan aldıkları nota sistemi ve müzik türünü , Anadolu'nun deyimleri, ifadeleri, kimi zaman aksanı ve zenginliği içinde ne güzel de harmanlamışlardı.
Son 1,5 yıldır kızımın gittiği ana okulunda interaktif İngilizce dersleri veriyorum. Ders esnasında bir şey oldu, sınıf öğretmeni sınıfa geldi ve bir şey dedi, ben de 'demin yapmıştık ya' gibilerinden bir cümle söyledim. Tabi yazıldığı gibi 'demin' olarak değil, 'temin' olarak telaffuz etmişim kelimeyi. Kafası hızlı çalışan öğrencilerimden bir tanesi 'temin' değil o 'demin' diyerek beni düzeltti. Ben de dedim ki 'ama ben İzmir'liyim'. Öğrencim bu cevabı hiç beklemiyordu, şaşkınlık içinde kaldı. Ben de her yörenin bir şivesi , her dilin bir aksanı olduğundan bahsettim, İngilizce'den örnekler verdim. Çok şaşırdı öğrencilerimin hepsi, ama kafalarında yeni bir ufkun açıldığını görebiliyordum konuşmayı yaparken.
Delfina'nın da aksanı ortaya çıkmaya başladı. Türkçe için İstanbullu'lar böyle konuşur, İzmirli'ler şöyle konuşur diye örnekler veriyor. Aksanla ilgili olmasa da yöresel farklılıkla ilgili ne zaman sarma yesek şöyle diyor: 'İstanbullular dolma diyor buna halbuki bu sarılıyor, sarma bu, biz sarma diyoruz' diyor.
Yeni Zelanda aksanı kullanarak İngilizce konuşuyor, çok tatlı oluyor, Yeni Zelanda İngilizcesi İngiliz İngilizcesine çok yakındır ama 'ı' ve 'i' seslerini aynı duyar ve söyler çoğu Yeni Zelandalı. Örneğin bear ve beer arasındaki ses farkını duymazlar. Delfina da 'milk' kelimesi 'mılk' olarak telaffuz ediyor, çok hoşuma gidiyor :) İşin garibi ben böyle Yeni Zelanda aksanıyla alay geçiyorum ama yeni tanıştığım tüm yabancılar ve arkadaşlarım benim aksanımın da Yeni Zelanda aksanı olduğunu söylüyorlar, ee ne demişler körle yatan :)
Dün bundan 2 yıl önce Moda Park'ında tanıştığım Zelike (kendisi çocuk bakıcılığı yapan hayalleri olan ve hayalleri peşinden giden biri. İyi bir işi varken, sadece çocuk pedagojisi üzerine kendisini geliştirmek istediği için işinden ayrıldı ve su an birçok yerden eğitim alıyor) dün bana çocuklara kitap okurken daha iyi bir aksanla kitap okuyabilmek için diksiyon dersi aldığını söyledi. Bence yaptığı çok idealistik, ve işini ne kadar özenle yaptığının göstergesi. Yine de, ben de ne yapayım, aksanların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yöresel farklılıklar zenginlik kanımca, aynı bir gökkuşağı gibi. Bu güzel renklerin hepsini alıp tek bir kalıba sokulması beni huzursuz ediyor. Diksiyona vs. tabii ki karşı değilim, benim hassasiyetim kültürlerin amalgamlaştırılması. Kitap Okuyan Çocuklar olarak kurduğumuz ve kuracağımız kütüphaneler için de kültürlerin ve yörelerin kütüphane içinde çocuklara yansıtılması çok önemli. Kadıköy'deki kütüphane kurulurken çok dedim, Kadıköy'ün sembollerinden bazılarını (boğa, Haydarpaşa Garı, Kadıköy İskelesi gibi) ahşap plakaya silüetlerini kestirelim, kütüphanenin dış cephesinin kaplaması öyle olsun, içeride duvarlarda hem dünya hem Türkiye hem de Kadıköy merkezli İstanbul haritaları olsun, Kadıköyle ilgili resimlerin olduğu bir kitapçık olsun diye. Kütüphanenin tüm hazırlıkları üç haftada bitirildiği ve ardından belediyeden bir bütçe çıkmadığı için hala yapılabilmiş değil tabi. Umarım ileride ve yeni açacağımız kütüphanelerde olur. Çocukların yerel, yöresel olanı görmeleri; hayal güçlerinin o zenginliklerle beslenmesi çok önemli. Yöresel olanın bilinip, sahiplenilmesi de aynı oranda önemli. Kişi kendinden bilir meseleyi, benim ruhumda efeler çıktı mı sahneye, benim ruhum acar kanatlarını efeler gibi ve ruhum coşarak uçar mutlulukla. Ben yöremi, zenytinimi, toprağımı, oya işlerini, ahşap işlemeciliğini, yöresel müziğimi, dansımı çok severim. Son bir haftadır Özay Gönlüm izliyorum internetten. Ne büyük zenginlik! Hikayeleri, müziği, gırtlağı, enstrümanı zenginlik ötesi zenginlik. 
Çocuklarımıza yöresel olanı göstermemiz, tarhana çorbasının, salçanın hazırlanışını, malzemenin kökenini göstererek öğretmemiz çok önemli. Yöresellik en büyük zenginlik; yüzyıllar ötesi bir miras içinde bulunduğumuz kültür. O yüzden alın çocuklarınızı bir Kapalı Çarşı'ya gidin, orda tadın farklı yöreleri, gösterin el-işçiliğini, farklı renkleri çocuklarınıza; inanın çok kökler katar çocuklarınıza. Aksanlarınızdan, şivelerinizden utanmayın, bu farklı ses ve melodilerin zenginliğini kutlayın.
Gerisi burda...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...